A: s. (ünsüzlerden önce) 1. bir, herhangi bir: We went on a sunny day. Güneşli bir günde gittik. They've bought a house. Ev aldılar. In this establishment everyone works an eight-hour day. Bu kuruluşta herkes günde sekiz saat çalışır. 2. (sayı olarak) bir: a hundred students yüz öğrenci. 3. Belirli bir tür veya nitelikte biri/bir şey için kullanılır: It's a fruit. O bir meyvedir. A rolling stone gathers no moss. Yuvarlanan taş yosun tutmaz. A Mr. Taş telephoned. Bay Taş diye biri telefon etti. This is a camellia that's resistant to cold. Soğuğa dayanıklı bir kamelyadır bu. 4. Miktar belirtir: twice a year yılda iki kez. five dollars a kilo kilosu beş dolar. 5. her; çoğu: A spider has eight legs. Örümceklerin sekiz bacağı vardır. A horse won't do it, but a mule will. At yapmaz, ama katır yapar.
A Bad Egg: argo ciğeri beş para etmez adam.
A Bad Lot: k. dili sağlam ayakkabı değil, sütü bozuk; it kopuk.
A Bad Mark: kırık not, kötü not.
A Bad Sailor: deniz tutan kimse.
A Bad Turn: kötülük.
A Bare Chance: zayıf bir ihtimal.
A Bit: biraz.
A Bitter Pill: acı bir reçete/ilaç, beraberinde zorluklar getiren bir çözüm yolu.
A Black Eye: morarmış göz.
A Bottle Of Milk: bir şişe süt.
A Broken Reed: k. dili güvenilmez kimse/şey.
A Can Of Worms: k. dili içinden çıkılması zor bir durum; çözümlenmesi güç bir problem.
A Cappella 1: z. herhangi bir çalgının eşliği olmadan, çalgısız, enstrümansız (şarkı söylemek).
A Cappella 2: s. 1. çalgı eşliği olmadan şarkı söyleyen (koro). 2. çalgısız, enstrümansız (müzik).
A Card Up One's Sleeve: k. dili kurtarıcı.
A Case İn Point: söz konusu edilen şeyin bir örneği.
A Chip Off The Old Block: k. dili hık demiş babasının burnundan düşmüş.
A Citizen Of Turkey: Türk vatandaşı.
A Contradiction İn Terms: sözlerde çelişme.
A Couple Of: 1. iki. 2. birkaç.
A Couple Of Minutes: birkaç dakika.
A Crack Shot: keskin nişancı.
A Cursory Glance: göz gezdirme.
A Cut Above: k. dili -den bir gömlek üstün.
A Dab Of: azıcık: Put a dab of the ointment on the wound. Yaraya merhemden biraz sür.
A Dark Day: 1. karanlık gün. 2. kötü gün.
A Dead Loss: bir işe yaramayan nesne/kimse.
A Demanding Boss: çok iş bekleyen patron.
A Demanding Job: çok emek isteyen iş, zahmetli iş.
A Desperate Situation: vahim bir durum.
A Drain On The Resources: bütçeye yük olan şey.
A Drink Of Water: bir bardak su.
A Drive For Funds: para toplamak için açılan kampanya.
A Drop İn A Bucket: k. dili devede kulak.
A Dry Speech: yavan söz, tatsız konuşma. have s.t. dry-cleaned bir şeyi kuru temizleyiciye vermek, bir şeyi temizletmek.
A Fainting Fit: baygınlık nöbeti. 2. (güçlü bir duygunun patlak verdiği) an: He threw it away in a fit of anger. Bir hiddet anında onu çöpe attı.
A Fat Chance: argo çok zayıf bir ihtimal.
A Feast For The Gods: şahane bir ziyafet.
A Feather İn One's Cap: k. dili koltukları kabartan başarı.
A Feather İn One's Cap: övünülecek başarı.
A Feeling Of İnsecurity: güvensizlik duygusu.
A Few: birkaç.
A Fifth: A.B.D. (içki ölçüsü) galonun beşte biri, 84 santilitre.
A Figment Of The İmagination: hayal ürünü, hayal mahsulü.
A Fine Distinction: ince fark.
A Fit Of Nerves: sinir krizi.
A Flight Of Stairs: bir kat merdiven.
A Fool's Errand: saçma bir iş.
A Friend Of Mine: bir dostum.
A Friend Of Ours: dostlarımızdan biri, bir dostumuz.
A Fright: k. dili korkunç derecede çirkin, tuhaf veya insanı şoke eden kimse: She looked a fright in that wig. O perukla görünümü korkunçtu.
A Full Week: 1. tam bir hafta. 2. olaylarla dolu bir hafta.
A Gleam Of Hope: bir ümit ışığı.
A Glimmer Of Hope: bir ümit ışığı.
A Good: 1. epey, epeyi, bir hayli; birçok: He was there a good while. Orada epey kaldı. A good many of the camellias were in bloom. Birçok kamelya çiçek açmıştı. 2. en az: They waited a good ten minutes. En az on dakika beklediler.
A Good Command Of: (a language) (bir dili) rahat konuşabilme.
A Good Deal: 1. çok: That cost him a good deal. Ona pahalıya mal oldu. Its climate is a good deal like Cairo's. Havası Kahire'ninkine çok benziyor. 2. k. dili kelepir. 3. k. dili iyi bir şey.
A Good Deal/A Great Deal: birçok, bir hayli.
A Good Distance Off: epey uzakta.
A Good Loser: oyunu kaybedince kızmayan kimse.
A Good Many: birçok, hayli.
A Good Provider: ailesine iyi bakan kimse.
A Good Turn: bir iyilik: He did me a good turn. Bana bir iyilik etti.
A Good Turn: iyilik.
A Good Way: k. dili 1. hayli mesafe. 2. iyi bir çare/yol.
A Great Many: pek çok.
A Hard Act To Follow: aşılması/ulaşılması zor bir başarı.
A Hard Nut To Crack: k. dili 1. başarılması zor iş. 2. çetin ceviz.
A Hard/Tough Nut To Crack: k. dili çetin ceviz.
A Heavy Sea: dalgalı deniz.
A Hell Of A Lot: argo çok fazla.
A Horse Of Another Color: tamamıyla farklı bir konu.
A Host Of: bir sürü.
A Howling Success: büyük bir başarı.
A Kilo Of Bananas: bir kilo muz.
A Kind Of Millionaire: milyoner gibi bir şey.
A Knockout: k. dili çok güzel/fevkalade biri/bir şey.
A Labor Of Love: hatır/zevk için yapılan iş, gönüllü yapılan iş.
A Labor Of Love: k. dili hatır için yapılan iş.
A Large Proportion Of The Profits: kârın büyük bir bölümü.
A Lasting İmpression: derin bir iz; büyük bir etki.
A Leading Question: verilecek cevabı belirleyen soru.
A Length Of Piping: (belirli uzunlukta) bir boru parçası.
A Little: biraz: Give me a little time. Bana biraz zaman verin.
A Little Bit: azıcık, bir parça.
A Little Terror: k. dili çok yaramaz/haşarı çocuk, canavar.
A Live İssue: günün önemli sorunu.
A Long Face: ekşi yüz.
A Long Haul: 1. uzun taşıma mesafesi. 2. uzun süren zor bir iş.
A Long Shot: ufak bir ihtimal.
A Long Shot: başarı ihtimali az olup gerçekleşince kazancı çok olan bir iş.
A Long Way Off: çok uzakta.
A Lot: çok: They like her a lot. Ondan çok hoşlanıyorlar. She's a lot better. O çok daha iyi.
A Lot Of: çok/pek çok (şey): She bought a lot of books. Çok kitap aldı.
A Man İn My Position: benim durumumda olan bir adam.
A Man Of Few Words: az konuşan adam.
A Marked Difference: belirgin bir fark.
A Marked Man: mimli adam, mimlenmiş adam.
A Matter Of İndifference: ilgilenmeye değmeyen sorun.
A Matter Of Life And Death: ölüm kalım meselesi.
A Matter Of Life And Death: ölüm kalım meselesi.
A Matter Of Two Dollars: iki dolar meselesi.
A Mess Of: bir yemeklik (yeşillik).
A Minus Quantity: sıfırdan aşağı miktar.
A Modicum Of: 1. zerre kadar, bir nebze: There's not a modicum of truth in it. Onda zerre kadar hakikat yok. 2. az bir miktar; pek az: He drank only a modicum of wine. Pek az şarap içti.
A Month Hence: bundan bir ay sonra.
A Month Of Sundays: çok uzun bir zaman.
A New Lease On Life: (hastalıktan/üzüntüden sonra) yeniden hayata başlama.
A Number Of: birtakım, birkaç.
A Pack Of Cards: iskambil destesi.
A Pack Of Lies: bir sürü yalan.
A Pair Of Denims: kot pantolon, cin; blucin.
A Pair Of Dungarees: blucin, kot.
A Pair Of Scales: terazi.
A Pair Of Scissors: makas.
A Penny For Your Thoughts.: k. dili Ne düşünüyorsunuz?
A Piece Of Cake: k. dili çok kolay bir iş.
A Pillar Of Society: topluma dayanak olan kimse, nüfuzlu kimse; bir yerin eşrafından olan biri.
A Play On Words: kelime oyunu.
A Plum Job/Post: çok iyi bir iş, herkesin istediği bir iş.
A Poor Shot: nişancı olmayan kimse, hedefi iyi vuramayan kimse.
A Pretty Penny: k. dili epeyce para, külliyetli miktarda para.
A Priori: s. önsel, apriori.
A Private Person: kendinden bahsetmekten kaçınan kimse.
A Proud Day For Us: bizim için övünç dolu bir gün.
A Quick One: k. dili çabuk içilen/içilmiş bir içki.
A Raft Of: bir yığın, bir sürü, pek çok.
A Ray Of Hope: umut ışığı.
A Ready Pen: iyi yazı yazma yeteneği.
A Remote Chance/Possibility: uzak bir ihtimal, ufak bir olasılık.
A Request For Help: yardım dileme.
A Ripple Of Conversation: dalga gibi yükselip alçalan konuşma sesi.
A Rolling Stone Gathers No Moss.: Yuvarlanan taş yosun tutmaz./İşleyen demir pas tutmaz.
A Round Peg İn A Square Hole: bulunduğu yere hiç uygun olmayan kimse. clothes-peg i., İng. çamaşır mandalı.
A Run Of Luck: şans zinciri.
A Running Battle: uzun süren bir ihtilaf.
A Safe Bet: elde bir.
A Scrap Of Evidence: çok ufak bir delil.
A Sea Of Faces: insan kalabalığı.
A Sense Of Responsibility: sorumluluk duygusu.
A Shade: biraz, azıcık: Lower your voice a shade. Sesini biraz alçalt.
A Shot İn The Arm: birine birdenbire moral veren bir şey.
A Shot İn The Dark: körü körüne bir deneme.
A Sight: k. dili çok daha: It's a sight dirtier than I thought it'd be. Tahmin ettiğimden çok daha kirli.
A Spate Of: pek çok, bir sürü.
A Square Deal: k. dili adil bir anlaşma.
A Stomach Upset: mide bozukluğu.
A Stormy Passage: fırtınalı deniz yolculuğu.
A Tissue Of Lies: bir sürü yalan.
A Trifle: biraz, azıcık.
A Twist Of The Wrist: hüner, ustalık.
A Vintage Year: 1. kaliteli şarabın elde edildiği yıl. 2. başarılı bir yıl.
A Wad Of Gum: pabuç kadar çiklet.
A Wee Bit: k. dili 1. azıcık, birazcık. 2. oldukça.
A Week Off: 1. bir haftalık izin. 2. bir hafta sonra.
A Whale Of A: k. dili 1. çok büyük: a whale of a difference çok büyük bir fark. 2. müthiş, dehşet, çok güzel: a whale of a novel müthiş bir roman.
A White Lie: zararsız yalan.
A Whole Lot Of: k. dili pek çok: A whole lot of people don't approve of this. Pek çok kişi bunu hoş görmüyor.
A Wodge Of: 1. bir yığın, bir sürü: He laid a wodge of papers on the table. Masaya bir sürü evrak koydu. 2. koca/iri bir parça: a wodge of chocolate koca bir parça çikolata.
A World Power: pol. dünya çapında bir güç.
A, A: i. 1. A, İngiliz alfabesinin birinci harfi. 2. müz. la notası. 3. en yüksek not veya en iyi kaliteyi simgeleyen harf.
A1: s., k. dili birinci sınıf, klas; çok kaliteli.
Aa: kıs. Alcoholics Anonymous. i. Adsız Alkolikler (alkolizmle savaşan bir grubun adı).
Ab: kıs. Artium Baccalaureus. i. lisans.
Aback: z.
Abacus: i. sayıboncuğu, abaküs, çörkü.
Abaft 1: z., den. kıçta, kıç tarafında.
Abaft 2: edat, den. gerisinde, arkasında: abaft the beam kemerenin gerisinde.
Abalone: i., zool. abalon (bir deniz kabuklusu), Haliotis.
Abandon 1: f. 1. terketmek, bırakmak: Don't abandon me here! Beni burada bırakma! He abandoned shamanism and became a Muslim. Şamanizmi bırakıp Müslüman oldu. 2. vazgeçmek: He abandoned the idea. O düşünceden vazgeçti. They abandoned the search. Aramaktan vazgeçtiler.
Abandon 2: i. 1. kendini (bir şeye) kaptırma, kapılma, kendini bırakma. 2. coşku.
Abandon Hope: ümidi kesmek.
Abandon O.s. To: kendini (bir şeye) kaptırmak/vermek: She abandoned herself to the music. Kendini müziğe kaptırdı. You've abandoned yourself to drink. Kendini içkiye verdin. Don't abandon yourself to despair! Ümitsizliğe kapılma!
Abandon Ship: gemiyi terketmek.
Abandoned: s. 1. terkedilmiş, bırakılmış, metruk. 2. coşkulu, coşkun. 3. ahlaksız; utanmaz.
Abandonment: i. 1. terk, bırakma. 2. bak. abandon 2.
Abase: f. -in kibrini kırmak; alçaltmak.
Abase O.s.: kendini alçaltmak.
Abasement: i. (-in) kibrini kırma; alçaltma.
Abash: f. utandırmak, -in gururunu incitmek.
Abashed: s. utandırılmış, gururu incitilmiş.
Abashedly: z. utanarak, gururu incitilmiş bir halde.
Abate: f. 1. azalmak; hafiflemek: The wind had abated. Rüzgâr hafiflemişti. 2. azaltmak; hafifletmek: This will abate the fever. Bu ateşi düşürür.
Abatement: i. 1. azalma; indirilme; hafifleme. 2. azaltma; indirme; hafifletme.
Abattoir: i., İng. mezbaha, kesimevi.
Abbess: i. (kadınlar manastırında) baş rahibe.
Abbey: i. manastır.
Abbot: i. (erkekler manastırında) başkan, başkeşiş.
Abbr: kıs. 1. abbreviation kıs. (kısaltma). 2. abbreviated kıs. (kısaltılmış).
Abbreviate: f. kısaltmak.
Abbreviation: i. 1. kısaltma, bir sözcüğün veya söz grubunun kısaltılmış şekli. 2. kısaltma, kısaltma işi.
Abc's: i., çoğ., k. dili 1. abece, alfabe. 2. abece, alfabe, bir işin en önemli bilgileri: He still hasn't learned the ABC's of the job. İşin abecesini hâlâ sökemedi.
Abcs: i., çoğ., k. dili, bak. ABC's.
Abdicate: f. 1. (kral/kraliçe) tahttan çekilmek, tacını ve tahtını terketmek; yüksek bir mevkiden çekilmek. 2. (kral/kraliçe) (tahttan) çekilmek, (tacını ve tahtını) terketmek; (yüksek bir mevkiden) çekilmek. 3. (sorumluluktan) kaçınmak. 4. (bir haktan) feragat etmek, vazgeçmek.
Abdication: i. 1. tahttan çekilme, tacını ve tahtını terketme; yüksek bir mevkiden çekilme. 2. (tahttan) çekilme; (yüksek bir mevkiden) çekilme. 3. (sorumluluktan) kaçınma. 4. (bir haktan) feragat etme, vazgeçme.
Abdomen: i., anat. 1. karın. 2. (böcek gövdesinde) karın.
Abdominal: s., anat. 1. karna ait. 2. (böcek gövdesindeki) karna ait.
Abdominal Cavity: karın boşluğu.
Abdominal Region: karın bölgesi.
Abduct: f. (birini) kaçırmak.
Abduction: i. (birini) kaçırma.
Abed: z., eski yatakta.
Abelia: i., bot. abelya, Abelia.
Aberrant: s. 1. anormal. 2. istisnai.
Aberration: i. 1. (doğru/doğal/normal olandan) sapma. 2. ruhb., gökb. sapınç, aberasyon. 3. tıb. sapkı.
Abet: f. (--ted, --ting) 1. yardakçılık etmek; kışkırtmak, tahrik etmek. 2. yardımda bulunmak.
Abetment: i. 1. yardakçılık etme; kışkırtma, tahrik etme. 2. yardımda bulunma.
Abetter: i., bak. abettor.
Abettor: i. 1. yardakçı; kışkırtıcı. 2. yardımda bulunan biri.
Abeyance: i., huk. 1. uygulanmama: That rule has since fallen into abeyance. Sonra o kuralın uygulanmasından vazgeçildi. 2. sahipsiz kalma/olma, sahipsizlik: That peerage remained in abeyance for a hundred and twenty-six years. O asalet unvanı yüz yirmi altı yıl boyunca sahipsiz kaldı. 3. askıda/muallakta olma: Everything's in abeyance at the moment. Şu an her şey askıda.
Abhor: f. (--red, --ring) iğrenmek; iğrenip uzak durmak.
Abhorrence: i. iğrenme; iğrenip uzak durma.
Abhorrent: s. iğrenç.
Abide: f. 1. by -e göre hareket etmek/davranmak; (vaade/karara) sadık kalmak. 2. by -e uymak, -e riayet etmek. 3. çekmek, tahammül etmek; -e katlanmak/dayanmak. 4. (a.bode) kalmak, devam etmek; baki kalmak. 5. (a.bode) oturmak, ikamet etmek. 6. (a.bode) beklemek.
Abiding: s. kalıcı, daimi; baki.
Ability: i. yetenek, kabiliyet; dirayet.
Abject: s. 1. rezil, berbat (bir durum); son derece kötü: She had never seen such abject poverty. Hiç öyle bir sefalet görmemişti. He was an abject liar. Son derece yalancı biriydi. 2. küçük düşürücü, alçaltıcı; kendini küçük düşüren/alçaltan; gururdan yoksun.
Abjure: f. yemin ederek vazgeçmek/reddetmek/inkâr etmek.
Abkhas 1: i. (çoğ. Ab.khas) bak. Abkhaz 1.
Abkhas 2: s., bak. Abkhaz 2.
Abkhasia: i., bak. Abkhazia.
Abkhasian 1: i., bak. Abkhazian 1.
Abkhasian 2: s., bak. Abkhazian 2.
Abkhaz 1: i. 1. (çoğ. Abkhaz) Abhaz. 2. Abhazca.
Abkhaz 2: s. 1. Abhaz. 2. Abhazca.
Abkhazia: i. Abhazya.
Abkhazian 1: i. 1. Abhaz. 2. Abhazca.
Abkhazian 2: s. 1. Abhaz. 2. Abhazca.
Abl: kıs. ablative.
Ablative 1: s., dilb. -den haline ait; -den halindeki.
Ablative 2: i., dilb. -den halindeki sözcük/sözcük grubu.
Ablaze: s. 1. yanmakta olan, alevler içinde; tutuşmuş. 2. ışıl ışıl ışıldayan; pırıl pırıl parlayan.
Able: s. yetenekli, kabiliyetli.
Able-Bodied: s. sağlıklı, sıhhatli.
Ablute: f., şaka y. 1. yıkanmak. 2. yıkamak.
Ablution: i. aptes, gusül, yıkanma.
Ably: z. ustaca, ustalıkla.
Abm: kıs. antiballistic missile.
Abnegate: f. 1. feragat etmek; vazgeçmek; feda etmek; (sorumluluktan) kaçmak. 2. inkâr etmek, reddetmek.
Abnegation: i. 1. feragat etme; vazgeçme; feda etme; (sorumluluktan) kaçma. 2. inkâr etme, reddetme.
Abnormal: s. anormal.
Abnormality: i. anormallik.
Abnormally: z. anormal bir şekilde.
Abnormity: i., bak. abnormality.
Abo: i., aşağ. yerli, ataları çok eski çağlardan bu yana Avustralya'da yaşamış olan biri.
Aboard 1: z. (taşıt için) içinde, -de; (taşıt için) içine, -e: All aboard! Haydi binin!
Aboard 2: edat (taşıt için) içinde, -de: He was aboard the train. Trendeydi.
Abode 1: i. 1. ikametgâh, ev. 2. (bir yerde) ikamet etme, oturma.
Abode 2: f., bak. abide (4), (5), (6).
Abolish: f. kaldırmak, lağvetmek, ilga etmek; feshetmek.
Abolition: i. kaldırma, lağıv, ilga; fesih.
A-Bomb: i. atom bombası.
Abominable: s. 1. iğrenç, menfur. 2. çok kötü, berbat, pis.
Abominate: f. 1. iğrenmek, nefret etmek. 2. hiç sevmemek, nefret etmek.
Abomination: i. 1. iğrenç/menfur bir şey. 2. iğrenme, nefret etme.
Aboriginal 1: i. asıl yerli, ataları çok eski çağlardan bu yana belirli bir yerde yaşamış olan biri.
Aboriginal 2: s. 1. çok eski çağlarda var olan; çok eski çağlardan kalan. 2. ataları çok eski çağlardan bu yana belirli bir yerde yaşamış olan.
Aborigine: i., bak. aboriginal 1.
Aborigines: i., çoğ. asıl yerliler, ataları çok eski çağlardan bu yana belirli bir yerde yaşamış olanlar.
Abort: f. 1. (dölütü) düşürtmek/almak; -in dölütünü düşürtmek; (dölütü) düşürmek. 2. (henüz başlanmışken) -e son vermek. 3. düşük yapmak. 4. (bir iş) (henüz başlanmışken) başarısız bir şekilde sona ermek. 5. ask., bilg. (uçuşu/işlemi) yarıda kesmek. 6. ask., bilg. (uçuş/işlem) yarıda kesilmek.
Abortion: i. 1. dölüt düşürtme/alma, kürtaj. 2. (dölütü) düşürtme/alma. 3. başarısızlık. 4. ask., bilg. (uçuşu/işlemi) yarıda kesme. 5. ask., bilg. (uçuş/işlem) yarıda kesilme.
Abortionist: i. kürtajcı.
Abortive: s. başarısız.
Aboulia: i., İng., ruhb., bak. abulia.
Abound: f. (in/with) (bir yerde) bol/çok olmak.
About 1: edat 1. hakkında, ile ilgili, üzerine, üstüne: I know nothing at all about you. Senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum. I have doubts about them. Onlar hakkında şüphelerim var. I shall say nothing about this. Bundan kimseye bahsetmem. What's the most interesting thing about it? En ilginç tarafı ne? It's a poem about love. O, aşk üzerine bir şiirdir. What's that book about? O kitabın konusu ne? She's still mad at him about what he said. Onun dedikleri yüzünden hâlâ ona kızgın. Are you sure about this? Bundan emin misin? What are you quarreling about? Neden kavga ediyorsunuz? 2. -in özünde/karakterinde: There is something about it I don't like. Onda beğenmediğim bir şey var. There was an indescribable something about her. Onda tarif edilemeyecek bir şey vardı. 3. İng. -in orasında burasında; -in orasına burasına; her tarafında; her tarafına: Groups of potted palms were standing about the room. Odanın içinde saksılara dikili palmiyeler küme küme duruyordu. She was wandering about the garden. Bahçede geziniyordu. They were running about the room. Odanın içinde koşuşuyorlardı. He planted a hedge about the garden. Bahçenin etrafına çalı dikerek çit yaptı. A garland of flowers hung about her neck. Boynuna çiçeklerden bir kolye asılıydı. Look about you! Etrafına bak! 4. İng. -de; etrafında: She's somewhere about the house. Evde bir yerde o. Towards nightfall they began to hang about the door. Günbatımına doğru kapı önünde beklemeye başladılar. You can find it in the mountains about Bilecik. Bilecik çevresindeki dağlarda onu bulabilirsiniz. He had his men about him. Etrafında adamları vardı. 5. İng. (birinin) üstünde/vücudunda: Do you have any money about you? Üstünde hiç para var mı?
About 2: z. 1. aşağı yukarı, yaklaşık, az çok; hemen hemen, neredeyse: at about six o'clock saat altı sularında. Come about midnight. Gece saat on iki sularında gel. It weighed about a kilo. Ağırlığı yaklaşık bir kiloydu. It's about time we took off. Artık gitmeyi düşünmeliyiz. about fifty people elli kadar kişi. She was a child of about ten years old. Yaklaşık on yaşında bir çocuktu. in about every one of these villages bu köylerin hemen hemen her birinde. It's about the prettiest village I know. Tanıdığım köylerin en güzeli galiba. You've about got the hang of it. Bunu hemen hemen öğrenmişsin. We've just about finished this job. Bu işi neredeyse bitirdik. Are you about ready to go? Birazdan gidebilir misin? 2. İng. orada burada; oraya buraya; oradan oraya; her tarafta; her tarafa: The city was fortified all about. Şehrin her tarafı müstahkemdi. Look about! Etrafına bak! Books were lying about the table. Masanın üzerinde yer yer kitaplar vardı. The wind had scattered the leaves about. Rüzgâr yaprakları oraya buraya dağıtmıştı. Just look at them running about! Koşuşmalarına bak hele! 3. İng. ortalıkta, etrafta, civarda: There's no one about. Ortalıkta kimse yok. Everybody was just standing about doing nothing. Herkes işsiz güçsüz dikilip duruyordu. 4. ters yöne: Turn the car about! Geri dön! Put the ship about! Gemiyi tiramola et! 5. İng. (Döndürmek veya çevirmek gibi fiilleri pekiştirir.): He kept turning it about. Onu devamlı döndürüyordu.
About 3: s.
About Face!: ask. Geriye dön!
About Ship!: den. Alesta tiramola!
About-Face 1: i. 1. ask. geriye dönüş. 2. eskiden savunduğunun tersini savunmaya başlama.
About-Face 2: f., ask. geriye dönmek.
About-Ship: f. (--ped, --ping) den. tiramola etmek.
About-Turn 1: i., İng., bak. about-face 1.
About-Turn 2: f., İng., bak. about-face 2.
Above 1: edat 1. üstünde; üstüne: She was then living in a room above the store. O zamanlar dükkânın üstündeki bir odada oturuyordu.That was above and beyond the call of duty. Tamamıyla vazife ötesi bir şeydi o. Hang that lamp above the table. O lambayı masanın üstüne as. We're rising above the clouds. Bulutların üstüne çıkıyoruz. 2. yukarı taraflarında: Cross the river above the island! Adanın yukarı taraflarında bir yerde nehri geç! We used to live ten kilometers above the mouth of the river. Nehrin ağzından on kilometre yukarıda bir yerde otururduk. 3. kuzeyinde: It's above the Equator. Ekvatorun kuzeyindedir. 4. -e hâkim olan, -e bakan: For many years she lived on a hill above the Bosphorus. Yıllarca Boğaz'a hâkim bir tepede oturdu. 5. (sesler/gürültü) içinden: I could hear his voice above the din. Gürültünün içinden sesini duyabildim. 6. -den çok, -den fazla: He prized it above all the others. Onun gözünde diğerlerinin hepsinden daha kıymetliydi. All who are above eighteen are required to register. On sekiz yaşından büyük herkesin kayıt yaptırması gerekiyor. 7. -den üstün: A field marshal is above a brigadier. Feldmareşal rütbece tuğgeneralden üstündür. The moral law is above the civil law. Ahlak kuralları medeni kanundan üstündür. 8. dışında: It's above human comprehension. İnsanoğlunun kavrayışının dışında. 9. -e tenezzül etmeyen: He's above doing such things. O öyle şeylere tenezzül etmez. They're not above taking bribes. Rüşvet almaktan geri kalmayabilirler.
Above 2: z. 1. yukarıda; yukarıdaki: She lives above. Yukarıda oturuyor. He was sitting on the branch above. Yukarıdaki dalda oturuyordu. 2. yukarıya: A narrow path led us above. Dar bir patika bizi yukarıya götürdü. Look up above! Yukarıya bak! 3. gökteki: She's trying to count the stars above. Gökteki yıldızları saymaya çalışıyor. 4. yukarıda (Nehir veya dağla ilgili bir uzaklığı belirtir.): She lives about ten kilometers above. Yaklaşık on kilometre yukarıda oturuyor. 5. (bir sayfada) yukarıda; (bir yazıda) daha önce: As I stated above, I shall not be attending tonight's meeting. Yukarıda söylediğim gibi bu geceki toplantıya katılmayacağım. 6. daha yukarıki/yukarı, daha üst: This won't affect the children in the grades above. Daha yukarı sınıflarda bulunan çocukları etkilemez bu. 7. (sıcaklık derecesiyle ilgili) sıfırın üstünde: Outside it's six degrees above. Dışarıda hava sıcaklığı sıfırın üstünde altı. 8. (sayılarla beraber) -den yukarı, -den fazla: We only accept orders for quantities of twenty-five and above. Yalnız yirmi beş adet ve yukarısı için sipariş kabul ediyoruz. 9. Allah katında; Allah katına: He's gone to his rest above. Hakka kavuştu.
Above 3: i. 1. the (bir sayfada) yukarıda yazılanlar; (bir yazıda) eserin bundan öncesinde yazılanlar: As soon as you've read the above, give me a call. Yukarıda yazılanları okur okumaz bana telefon et. 2. the (bir sayfada) yukarıda adı geçen kişi/kişiler; (bir yazıda) daha önce adı geçen kişi/kişiler: I shall interview the above on Friday. Yukarıda adı geçenlerle Cuma günü görüşeceğim. 3. yukarı, daha üst makamdaki biri/birileri: The order came from above. Emir yukarıdan geldi. 4. Allah: It's a gift from above. Allahın bir ihsanıdır.
Above 4: s. 1. the yukarıki, yukarıdaki, (sayfanın) yukarısında bulunan; daha önceki (bölüm/paragraf/satır/sayfa): The above picture depicts the city in 1782. Yukarıdaki resim şehrin 1782'deki halini göstermektedir. 2. ilahi, Allaha ait olan: Think on things above. İlahi şeyleri düşün.
Above All: her şeyden önce, her şeyden çok.
Above All: bilhassa, özellikle.
Above Average: ortalamanın üstünde.
Above Average: vasatın üstünde.
Above Par: tic. yazılı değerin üstünde.
Above Sea Level: deniz seviyesi üstünde.
Aboveboard 1: s. 1. dürüst: Be aboveboard with me! Benimle açık konuş! 2. yasal, kanuna aykırı olmayan: It's completely aboveboard. Tamamen yasal bir şey.
Aboveboard 2: z. dürüst bir şekilde.
Aboveground: s. yerüstü, zemin üstündeki.
Above-Mentioned 1: s. the yukarıda söz edilen/adı geçen; daha önce söz edilen/adı geçen: It contains an illustration of the above-mentioned picture. İçinde, yukarıda söz edilen resmin bir illüstrasyonu var.
Abovementioned 2: i. the yukarıda söz edilen/adı geçen şey/kişi; yukarıda adı geçenler; daha önce söz edilen/adı geçen şey/kişi; daha önce adı geçenler.
Abovestairs: z., s., i., İng., bak. upstairs.
Abrade: f. aşındırmak.
Abrasion: i. 1. sıyrık. 2. aşındırma; aşınma; abrasyon.
Abrasive 1: s. 1. sinirlendirici, rahatsız edici. 2. aşındırıcı, abrasif.
Abrasive 2: i. aşındırıcı, abrasif.
Abreast: z. yan yana, aynı hizada; başabaş.
Abridge: f. 1. (yazılı bir eseri) kısaltmak. 2. azaltmak.
Abridgement: i., İng., bak. abridgment.
Abridgment: i. 1. yazılı bir eserin kısaltılmış şekli: I don't read abridgments of novels. Romanların kısaltılmış şeklini okumam. 2. (yazılı bir eseri) kısaltma. 3. azaltma.
Abroad 1: z. 1. yurtdışında, dışarıda; yurtdışına: Have you ever been abroad? Hiç yurtdışına çıktın mı? 2. ev dışında; ortada: That animal ventures abroad only at night. O hayvan ancak geceleri ortalığa çıkar. 3. her tarafa; her tarafta: She scattered the seeds abroad. Tohumları her tarafa serpti. Don't preach this abroad! Bunu etrafa yayma!
Abroad 2: i. yurtdışındaki yerler, yurtdışı: Is there any news from abroad? Yurtdışından bir haber var mı?
Abrogate: f. iptal etmek, feshetmek; kaldırmak.
Abrogation: i. iptal, fesih; kaldırma.
Abrupt: s. 1. ani, birdenbire oluveren, apansız, ansız: They made an abrupt departure. Gitmeleri ani oldu. 2. kısa ve ters: He gave me an abrupt reply. Bana kısa ve ters bir cevap verdi. 3. dik, sarp. 4. birden bir konudan başka konuya geçen (konuşma tarzı/üslup); kesikli.
Abruptly: z. 1. aniden, birdenbire, birden. 2. kısa ve ters bir şekilde. 3. dik/sarp bir şekilde.
Abruptness: i. 1. anilik. 2. kısa ve ters oluş. 3. diklik, sarplık.
Abscess 1: i. apse.
Abscess 2: f. apse olmak.
Abscessed: s. apseli, apse olmuş.
Abscissa: çoğ. --s (äbsîs'ız)/--e (äbsîs'i) i., mat. apsis.
Abscond: f. (bir suçtan dolayı) kaçmak, sıvışmak.
Absence: i. 1. yokluk, bulunmama: We felt her absence. Yokluğunu hissettik. He returned after an absence of six months. Altı aylık bir aradan sonra döndü. What have you been doing in my absence? Ben yokken siz nelerle meşgul oldunuz? We noted a complete absence of self-respect. En ufak bir onur belirtisi görmedik. 2. yokluk, (bir yerde bulunması gerekirken orada) bulunmama: Your absences have become too many. Yoklukların artık fazla oldu.
Absence Of Mind: dalgınlık.
Absence Without Leave: ask. (tekrar dönmek üzere görev yerinden) izinsiz olarak ayrılma.
Absent 1: s. 1. (bir yerde bulunması gerekirken orada) bulunmayan (kişi); (orada artık) bulunmayan (kişi): How many people are absent today? Bugün kaç kişi yok? Were you absent from work yesterday? Dün iş yerinde değil miydin? Do you ever think of your absent friends? Yanında bulunmayan arkadaşlarını hiç düşünür müsün? 2. bulunmayan, yok olan (şey): The enthusiasm of his youth was now completely absent. Gençliğinde var olan o coşku şimdi tamamıyla yok oldu. 3. dalgın.
Absent 2: f.
Absent O.s.: 1. çıkmak, gitmek: I shall absent myself. Çıkacağım. He absented himself for a few days. Birkaç gün yoktu. 2. from -den uzak durmak, -e katılmamak, -e karışmamak: For years he has absented himself from all society. Yıllarca insanlardan uzak durdu.
Absent Without Leave: ask. (tekrar dönmek üzere görev yerinden) izinsiz olarak ayrılmış olan.
Absentee 1: i. (bir yerde bulunması gerekirken orada) bulunmayan kişi/şey, hazır olmayan kişi.
Absentee 2: s. (bir yerde bulunması gerekirken orada) bulunmayan (kişi).
Absentee Ballot: posta yoluyla verilen oy.
Absentee Landlord: kiraya verdiği gayrimenkulden uzakta yaşayıp onunla pek ilgilenmeyen mülk sahibi.
Absentee Voter: posta yoluyla oy veren seçmen.
Absenteeism: i. 1. (işe, okula v.b.'ne) devamsızlık. 2. kiraya verdiği gayrimenkulden uzakta yaşayıp onunla pek ilgilenmeme.
Absently: z. dalgın dalgın.
Absentminded: s. dalgın.
Absinth: i., İng., bak. absinthe.
Absinthe: i. apsent.
Absolute: s. 1. tam, eksiksiz: His trust in them was absolute. Onlara olan güveni tamdı. 2. pol. mutlak, saltık, sınırsız: absolute monarchy mutlak monarşi. absolute power sınırsız güç. 3. fels. saltık, mutlak, göreli olmayan, koşulsuz. 4. kesin: The proof is absolute. Kanıtlar kesin. 5. fiz., jeol., kim., mat., ruhb. salt, mutlak: absolute age salt yaş. absolute alcohol salt alkol. absolute humidity salt nem. absolute threshold salt eşik. absolute value salt değer. absolute zero salt sıfır.
Absolute Majority: salt çoğunluk.
Absolute Majority: salt çoğunluk.
Absolutely: z. 1. (äb'sılutli) (nitelediği sözcükten önce gelince) çok, bayağı: You're absolutely right! Çok haklısın! We're absolutely famished! Çok acıktık! 2. (äb'sılutli) (nitelediği sözcükten önce gelince) kesinlikle: It's absolutely necessary. Kesinlikle gerekli. 3. (äbsılut'li) (nitelediği sözcükten sonra gelince) tamamıyla: I believe in him absolutely. Ona tamamıyla inanıyorum. 4. (äbsılut'li) (cevap olarak) Tamamıyla!/Kesinlikle!/Mutlaka!: “Do you trust me?” “Absolutely!” “Bana güveniyor musun?” “Tamamıyla!”
Absolution: i. 1. Hrist. (günah) Allah tarafından affedilme; (günah için) af. 2. aklama, beraat ettirme. 3. from (bir sorumluluğu/yükümlülüğü) yerine getirmekten muaf tutulma.
Absolutism: i., pol. saltçılık, mutlakıyet.
Absolutist 1: s., pol. saltçı.
Absolutist 2: i., pol. saltçı.
Absolve: f. 1. Hrist. Allah adına (günahı) affetmek. 2. affetmek. 3. aklamak, beraat ettirmek. 4. from (birini) (bir sorumluluğu/yükümlülüğü) yerine getirmekten muaf tutmak: I absolve you from your oath. İçtiğiniz o andı yerine getirmekten muaf tutuyorum sizi.
Absorb: f. 1. (sıvıyı/gazı/ışığı/sesi) soğurmak, içine çekmek, emmek, absorbe etmek. 2. öğrenmek. 3. (dikkati/enerjiyi/zamanı/parayı) almak; (enerjiyi) emmek: It absorbed all of his time. Tüm vaktini aldı. 4. içine almak, kendine katmak: That corporation has absorbed most of its rivals. O şirket rakiplerinin çoğunu kendi bünyesine kattı. 5. (sarsıntıyı/salınımı) sönümlemek, (sarsıntının/salınımın) etkisini azaltmak. 6. (iş/sorun) (birinin) tüm dikkatini almak, kafasını tamamıyla meşgul etmek. 7. (masrafı) karşılamak. 8. (piyasadaki) alıcılar (bir malın) çoğunu satın almak: The market won't absorb this right now. Şu an piyasadaki alıcılar bunun çoğunu satın almaz. 9. (bağırsaklardaki besini) emmek.
Absorbable: s. soğurulabilecek, emilebilecek; soğurulabilen, emilebilen.
Absorbed: s. tüm dikkatini bir şeye vermiş.
Absorbency: i. soğurganlık, emicilik.
Absorbent 1: s. soğurgan, emici, absorban: absorbent cotton hidrofil pamuk.
Absorbent 2: i. soğurgan, emici, absorban.
Absorber: i. soğurucu, emici, absorplayıcı.
Absorbing: s. insanın tüm dikkatini toplayan; sürükleyici.
Absorption: i. 1. soğurma; soğrulma; absorpsiyon. 2. öğrenme. 3. (dikkati/enerjiyi/zamanı/parayı) alma; (enerjiyi) emme. 4. içine alma, kendine katma. 5. (sarsıntıyı/salınımı) sönümleme. 6. tamamıyla (bir şeyle) meşgul olma. 7. (masrafı) karşılama. 8. (besin bağırsaklarda) emilme, emilim.
Absorptive: s. soğurucu, emici.
Abstain: f. 1. from (bir şeyi) yapmamak: He's decided to abstain from alcohol. İçki içmemeye karar verdi. 2. oy vermemek, çekimser kalmak. 3. içki içmemek.
Abstainer: i. 1. içki içmeyen biri. 2. oy vermeyen biri, çekimser kalan biri.
Abstemious: s. (özellikle yeme içme konusunda) kendini tutan; aşırıya kaçmayan; aşırılıklar bulunmayan.
Abstemiously: z. (özellikle yeme içme konusunda) kendini tutarak; aşırıya kaçmadan.
Abstemiousness: i. (özellikle yeme içme konusunda) kendini tutma; aşırıya kaçmama, riyazet.
Abstention: i. 1. çekimser oy; oy vermeme, çekimser kalma. 2. from (bir şeyi) kasten yapmama.
Abstinence: i. 1. (from) (bir şeyi) yapmama, riyazet; (yeme içme konusunda) kendini tutma. 2. içki içmeme. 3. cinsel riyazet.
Abstinent: s. nefsini kıran, riyazetçi.
Abstract 1: s. soyut, abstre.
Abstract 2: i. 1. özet. 2. soyut sanat eseri.
Abstract 3: f. 1. (äb'sträkt) özetlemek, özet haline getirmek. 2. (äbsträkt') kafasını meşgul etmek. 3. (äbsträkt') çalmak, aşırmak. 4. (äbsträkt') soyutlamak. 5. (äbsträkt') ayırmak; çıkarmak; almak.
Abstract Art: soyut sanat.
Abstract Expressionism: soyut ekspresyonizm.
Abstract Number: mat. soyut sayı.
Abstracted: s. dalgın.
Abstraction: i. 1. soyut kavram, soyutlama. 2. soyutlama, soyutlama eylemi. 3. dalgınlık, düşünceye dalmış olma. 4. güz. san. soyutluk. 5. soyut sanat eseri. 6. çalma, aşırma. 7. ayırma; ayrılma; çıkarma; çıkarılma; alma; alınma.
Abstruse: s. kavranması zor, anlaşılması güç.
Absurd 1: s. saçma, abes, absürd.
Absurd 2: i.
Absurdity: i. 1. saçma olma, saçmalık, abeslik. 2. saçmalık, saçma söz/davranış.
Absurdly: z. 1. saçma bir şekilde. 2. k. dili çok, feci derecede: She's absurdly rich. Feci derecede zengin.
Abu Dhabi: Abu Dabi.
Abulia: i., ruhb. abuli.
Abundance: i. 1. bolluk, çok olma. 2. bereket, bolluk. 3. refah, varlık ve rahatlık.
Abundant: s. 1. bol, çok. 2. bereketli; feyizli.
Abundantly: z. bol/çok miktarda: The fruit trees were now bearing abundantly. Meyve ağaçları artık çok verimli olmuştu.
Abuse 1: i. 1. yetkiyi/görevi kötüye kullanma, suiistimal; doğru olmayan bir şekilde kullanma; gereği gibi kullanmama; istismar. 2. kötüleme. 3. kötü davranma; acı çektirme; dövme. 4. cinsel taciz.
Abuse 2: f. 1. (yetkiyi/görevi) kötüye kullanmak, suiistimal etmek; doğru olmayan bir şekilde kullanmak; gereği gibi kullanmamak; istismar etmek. 2. kötülemek. 3. kötü davranmak; acı çektirmek; dövmek. 4. cinsel tacizde bulunmak.
Abuse O.s.: mastürbasyon yapmak.
Abusive: s. 1. kötüleyici; kötü sözlerle dolu; kötü sözler söyleyen. 2. kötü (davranış).
Abut: f. (--ted, --ting) 1. (on/upon) (-e) bitişmek, bitişik olmak. 2. against -e dayanmak.
Abutment: i. 1. (köprünün kıyıya dayandığı yerdeki) ayak. 2. bitişme yeri. 3. bitişme. 4. dayanma.
Abysmal: s., k. dili çok kötü, feci.
Abyss: i. dipsiz gibi görünen yer; uçurum.
Ac: kıs. alternating current. i. dalgalı akım.
Acacia: i., bot. 1. mimoza, akasya, Acacia. 2. akasya, yalancı akasya, Robinia pseudoacacia.
Academic 1: s. 1. akademik. 2. teorik, kuramsal. 3. pratik değeri/önemi olmayan. 4. resmi, kitabi.
Academic 2: i. üniversite öğretim görevlisi.
Academician: i. 1. üniversite öğretim görevlisi. 2. akademi üyesi, akademisyen.
Academy: i. akademi; yüksekokul.
Acanthus: i., bot. ayı pençesi, akantus, akant, Acanthus.
Accede: f. to 1. -e razı olmak. 2. (hükümdar) (tahta) çıkmak.
Accede To The Throne: tahta çıkmak.
Accelerate: f. hızlandırmak; hızlanmak, ivmek.
Acceleration: i. hızlandırma; hızlanma, ivme.
Accelerator: i. gaz pedalı.
Accent 1: i. 1. dilb. vurgu, aksan. 2. dilb. vurgu işareti. 3. şive.
Accent 2: f. vurgulamak.
Accentuate: f. vurgulamak.
Accept: f. 1. kabul etmek; razı olmak; kabullenmek. 2. (bir şeyi) teslim almak.
Accept/Assume Responsibility For: -in sorumluluğunu üzerine almak.
Acceptable: s. kabul edilir, makbul.
Acceptance: i. 1. kabul. 2. (bir şeyi) teslim alma.
Access: i. 1. giriş, geçit. 2. to (biriyle) görüşme imkânı; (bir şeyden) faydalanma hakkı/imkânı: He has access to him. İstediğinde onunla görüşebilir. 3. bilg. erişme, erişim.
Accessibility: i. 1. ulaşılabilirlik. 2. kolaylıkla ulaşılabilir olma. 3. görüşülebilir olma. 4. kolaylıkla görüşülebilir olma. 5. to -den etkilenebilir olma.
Accessible: s. 1. ulaşılabilir. 2. kolaylıkla ulaşılabilen. 3. görüşülebilen. 4. kolaylıkla görüşülebilen. 5. to -den etkilenebilir.
Accessible To The Public: halka açık.
Accession: i. 1. (tahta) çıkma. 2. (bir müze veya kütüphanenin koleksiyonuna) yeni alınan eşya, kitap v.b.
Accessory: i. 1. aksesuar, eklenti: These are accessories for the new machine. Bunlar yeni makinenin aksesuarları. 2. (kadın giysisini bütünleyen) aksesuar. 3. huk. suç ortağı.
Accessory After The Fact: huk. suç işlendikten sonra suç ortağı olan kimse.
Accident: i. 1. kaza (kötü olay). 2. rastlantı. 3. fels. ilinek, araz.
Accident Victims: kazaya uğrayanlar.
Accidental: s. 1. kaza eseri olan, yanlışlıkla olan. 2. tesadüfen meydana gelen. 3. fels. ilineksel.
Accidentally: z. 1. kazara, yanlışlıkla. 2. tesadüfen.
Accident-Prone: s. hep kazaya uğrayan; sakar.
Acclaim 1: f. 1. bağırarak/alkışlayarak/tezahüratla (birini) (bir şey) ilan etmek: They acclaimed him emperor. Büyük bir tezahüratla onu imparator ilan ettiler. 2. övmek, alkışlamak.
Acclaim 2: i. 1. övme, alkış. 2. tezahürat.
Acclamation: i. 1. bağırarak/alkışlayarak/tezahüratla ilan etme. 2. tezahürat. 3. övme, alkış.
Acclimate: f. 1. alıştırmak, intibak ettirmek: I'm acclimating myself to the customs here. Kendimi buradaki âdetlere alıştırıyorum. 2. (to) (-e) alışmak, intibak etmek.
Acclimation: i. 1. alıştırma, intibak ettirme. 2. alışma, intibak etme.
Acclimatise: f., İng., bak. acclimatize.
Acclimatization: i. 1. alıştırma, intibak ettirme. 2. alışma, intibak etme.
Acclimatize: f. 1. alıştırmak, intibak ettirmek. 2. alışmak, intibak etmek.
Accolade: i. 1. ödül. 2. övgü: It received accolades from all the newspapers. Tüm gazetelerden övgüler aldı.
Accommodate: f. 1. almak, barındırmak: The cell had lastly accommodated a drunkard. Hücre en son bir ayyaşı barındırmıştı. This room can accommodate four people. Bu dört kişilik bir oda. Can this wardrobe accommodate all of your clothes? Bu gardrop tüm giysilerinizi alır mı? 2. -e yardım etmek, -e bir iyilik yapmak: I'm always ready to accommodate a friend. Bir arkadaşa yardım etmeye her zaman hazırım. Can you accommodate him with a loan? Ona borç para verebilir misiniz? 3. to ... ile ... arasında uyum sağlamak, -i ... ile bağdaştırmak: Can you accommodate these findings to your theories? Bu bulguları teorilerinizle bağdaştırabilir misiniz? Can you accommodate your morality to his? Prensiplerini onunkilere göre değiştirebilir misin? 4. (with) ile uzlaşmak: We cannot accommodate with the prime minister. Başbakanla uzlaşamıyoruz.
Accommodate O.s. To: -e ayak uydurmak, -e uyum sağlamak.
Accommodate One's Pace/Step To: birine ayak uydurmak.
Accommodate Their Differences: aralarındaki anlaşmazlıkları uzlaşma yoluyla gidermek.
Accommodating: s. uysal, yumuşak başlı.
Accommodation: i. 1. kalacak yer: In that region accommodation for the traveler is hard to find. O bölgede konaklama yeri zor bulunur. 2. uzlaşma: Have you reached an accommodation? Uzlaştınız mı? 3. kolaylık: It's an accommodation for our visitors. Ziyaretçilerimiz için bir kolaylıktır. 4. alma, barındırma. 5. yardım etme, bir iyilik yapma. 6. to ... ile ... arasında uyum sağlama, -i ... ile bağdaştırma.
Accommodation Ladder: den. borda iskelesi.
Accompaniment: i. 1. müz. eşlik. 2. to -e eşlik eden şey: It's a nice accompaniment to the roast. Rostoyla beraber güzel.
Accompanist: i., müz. eşlik eden kişi, eşlikçi.
Accompany: f. 1. eşlik etmek, refakat etmek, beraberinde gitmek. 2. müz. eşlik etmek, refakat etmek. 3. ile beraber (bir şey) yapmak: He accompanied the curse with a box on his ear. Küfürle beraber kulağına bir tokat attı. Didn't you accompany your lecture with slides? Konferansını verirken dialar göstermedin mi? 4. beraberinde -i getirmek: Forgetfulness can accompany this disease. Bu hastalık beraberinde unutkanlığı getirebilir. 5. ile beraber içilmek/yenilmek: White wine accompanied the fish. Balıkla beraber beyaz şarap içildi. 6. ile beraber olmak: What sort of pictures will accompany this text? Bu metinle beraber ne tür resimler olacak?
Accomplice: i. suç ortağı.
Accomplish: f. başarmak, becermek, üstesinden gelmek.
Accomplished: s. 1. işini iyi bilen, usta. 2. sosyetenin görgü kurallarını ustalıkla uygulayabilen.
Accomplishment: i. 1. başarma, becerme, üstesinden gelme. 2. başarı, başarılan iş. 3. marifet.
Accord 1: i. 1. (iki devlet arasında olan) anlaşma. 2. uyum, ahenk. 3. uyuşma, mutabakat.
Accord 2: f. 1. with -e uymak, ile bağdaşmak, -e uygun olmak/gelmek. 2. with -e yakışmak, -e uygun gelmek/düşmek. 3. vermek: He accorded them that right ten years ago. On yıl önce onlara o hakkı tanıdı. The king accorded him the title of duke. Kral ona dük unvanını verdi.
Accordance: i. verme: The accordance of these privileges to them were delayed for five years. Bu imtiyazların onlara verilmesi beş senelik bir gecikmeye uğradı.
Accordant: s.
According As: bağ. -e göre. z. 1. İki seçeneği olan bir durumu belirtir: You can stay or go, according as you like. Kalabilirsin veya gidebilirsin, nasıl istersen. It can be bad or good, according as it's understood. Kötü olabilir, iyi olabilir, değerlendirilmesine bağlı. According as they make me a decent offer, I'll be able to give you a firm answer. Sana kesin bir cevap vermem bana iyi bir teklif yapmalarına bağlı. 2. -dikçe, -diği oranda/nispette: The colors intensify according as the light wanes. Işık azaldıkça renkler koyulaşıyor. You receive according as you give. Ne kadar verirsen o oranda alırsın. 3. (tıpkı) -diği gibi: I arranged it according as you desired. Onu istediğiniz gibi düzenledim.
According To: edat 1. -e göre, -e uygun olarak: Arrange yourselves according to your height! Boy sırasına girin! 2. -e göre, (birinin) dediğine/gösterdiğine göre, -e bakılırsa: According to her the concert's been postponed. Ona göre konser ertelendi. According to his report you were out of the country in May. Onun raporuna göre siz Mayısta yurtdışındaydınız.
According To All Accounts: tüm anlattıklarına göre: He was drunk, according to all accounts. Tüm anlattıklarına göre sarhoştu.
According To Hoyle: usulüne göre, usulen.
According To One's Own Lights: kendi inançlarına göre.
According To Plan: planlandığı gibi, planlanana uygun bir şekilde.
Accordingly: z. 1. ona göre, öyle, öylece: He told me to shoot him, and I acted accordingly. Kendisini vurmamı istedi; ben de öyle yaptım. 2. bu yüzden, bundan dolayı: Asım accordingly found himself without a job. Bundan dolayı Asım işsiz kaldı.
Accordion 1: i. akordeon.
Accordion 2: s. akordeon gibi açılıp katlanan, akordeon: accordion door akordeon kapı.
Accost: f. 1. yaklaşıp/gidip (birine) bir şey söylemek. 2. para karşılığında seks teklif etmek.
Account: i. 1. hesap. 2. röportaj; (birinin) anlattığı. f. for -i anlatmak, -i açıklamak, -i izah etmek.
Account Book: hesap defteri.
Accountable: s. sorumlu.
Accountant: i. muhasebeci.
Accounting: i. muhasebe.
Accounts Payable: tic. alacaklılar hesabı.
Accounts Receivable: tic. borçlular hesabı.
Accrue: f. 1. birikmek. 2. to -e gelmek: What advantages will accrue to us from this? Bunun bize ne gibi faydaları olacak?
Accumulate: f. toplamak, biriktirmek; toplanmak, birikmek, yığılmak.
Accumulation: i. 1. birikim, birikme. 2. birikinti.
Accuracy: i. 1. doğruluk. 2. yanlış yapmamaya özen gösterme.
Accurate: s. 1. doğru, tam. 2. yanlış yapmamaya özen gösteren.
Accusation: i. suçlama.
Accusative 1: s., dilb. -i haline ait; -i halindeki.
Accusative 2: i., dilb. -i halindeki sözcük/sözcük grubu.
Accuse: f. suçlamak, itham etmek.
Accused: s. sanık.
Accustom: f. alıştırmak.
Ace: i. 1. isk. as, birli. 2. k. dili uzman, eksper. s., k. dili işinin ehli, as. f.
Ace An Exam: k. dili sınavda (dokuz ila on arasında) yüksek bir not almak.
Acetone: i. aseton.
Acetylene: i. asetilen.
Ache: i. ağrı, sızı, acı. f. ağrımak, sızlamak, acımak.
Achieve: f. başarmak, yapmak; elde etmek, kazanmak.
Achievement: i. 1. başarı. 2. elde etme, kazanma.
Acid: i. asit. s. 1. asit. 2. iğneleyici: an acid remark iğneleyici bir söz.
Acknowledge: f. 1. (bir gerçeği) kabul etmek. 2. (bir şeyin alındığını/farkedildiğini) bildirmek.
Acknowledgment: i. 1. (bir gerçeği) kabul etme. 2. (bir şeyin alındığını/farkedildiğini) bildirme. 3. tic. alındı.
Acne: i. akne, ergenlik.
Acorn: i. meşe palamudu.
Acoustics: i. akustik.
Acquaint: f. 1. bilgi vermek, haberdar etmek. 2. tanıtmak: This book is designed to acquaint its readers with new developments in the field of genetic engineering. Bu kitabın amacı okuyucularına genetik mühendisliği alanındaki yeni gelişmeleri tanıtmaktır.
Acquaint O.s. With: hakkında bilgi edinmek.
Acquaintance: i. tanıdık, tanış.
Acquiesce: f. boyun eğmek, katlanmak, kabullenmek.
Acquire: f. 1. elde etmek, edinmek, almak. 2. kazanmak: acquire a bad reputation kötü bir şöhret kazanmak.
Acquisition: i. 1. elde etme, edinme, alma. 2. kazanma. 3. elde edilen şey, edinti.
Acquisitive: s. bir şeyler elde etmeye çok hevesli, mal canlısı, açgözlü.
Acquit: f. (--ted, --ting) aklamak, temize çıkarmak, beraat ettirmek.
Acquit O.s. Well: yüzünün akıyla çıkmak.
Acquittal: i. aklanma, beraat.
Acre: i. 0,404 hektarlık arazi ölçü birimi.
Acrid: s. acı, ekşi, keskin.
Acrobat: i. akrobat, cambaz.
Acrobatic: s. akrobatik.
Acrobatics: i. akrobatlık, cambazlık.
Acronym: i. birkaç kelimenin baş harflerinin veya ilk hecelerinin birleşmesiyle meydana gelen kelime: NATO, UNESCO.
Across: edat 1. bir tarafından öbür tarafına: He stretched a rope across the river. Nehrin bir tarafından öbür tarafına bir ip gerdi. 2. karşısında: Serra lives across the street from us. Serra karşımızda oturuyor. z. karşıdan karşıya: Walking across this street is a problem. Bu caddede karşıdan karşıya geçmek bir mesele.
Across The Board: herkesi aynı derecede etkileyen (ücret/vergi).
Across The Way: yolun öte tarafında, karşı tarafta.
Act: i. 1. hareket, eylem. 2. kanun, yasa. 3. tiy. bölüm, perde. 4. rol yapma, oyun. f. 1. rol yapmak, oynamak. 2. harekete geçmek. 3. davranmak, davranışta bulunmak. 4. on/upon kim. -e etkimek. 5. k. dili numara yapmak, yalandan yapmak: He isn't really ill; he's just acting. Gerçekten hasta değil; numara yapıyor.
Act As: başkasının vazifesini yapmak.
Act İn Unison: birlikte hareket etmek.
Act On A Suggestion: yapılan teklife göre davranmak.
Act On S.o.'s Advice: birinin sözüne uymak, birinin sözüne göre hareket etmek/davranmak.
Act Up: yaramazlık etmek, gösteriş yapmak.
Acting: i. oyunculuk. s. vekâlet eden, vekil: acting president başkan vekili.
Action: i. 1. hareket, eylem. 2. etki.
Activate: f. 1. harekete geçirmek, hareketlendirmek. 2. harekete geçmek, hareketlenmek.
Activation: i. 1. harekete geçirme, hareketlendirme. 2. harekete geçme, hareketlenme.
Active: s. 1. faal, hareketli, aktif. 2. dilb. etken.
Active Service: askerlik hizmeti.
Active Verb: dilb. etken fiil.
Activism: i. eylemcilik.
Activist: i. eylemci.
Activity: i. faaliyet, etkinlik.
Actor: i. aktör, oyuncu.
Actress: i. aktris, kadın oyuncu.
Actual: s. gerçek, doğru.
Actuality: i. gerçek, hakikat.
Actually: z. aslında; gerçekten.
Acumen: i. çabuk kavrama yeteneği, keskin zekâ.
Acupuncture: i. akupunktur.
Acute: s. 1. keskin. 2. tıb. akut, hâd. 3. tiz.
Acute Angle: geom. dar açı.
Acute Angle: geom. dar açı.
Ad: kıs. Anno Domini M.S. (milattan sonra), İ.S. (İsa'dan sonra).
Ad: i. ilan, reklam.
Adage: i. atasözü.
Adam: i. Âdem Baba, Âdem. Adam's apple anat. âdemelması.
Adamant: s. son derece kararlı, katı.
Adamantly: z. inatla, katı bir şekilde.
Adapt: f. 1. uyarlamak, adapte etmek. 2. alışmak, intibak etmek.
Adapt O.s. To: -e kendini alıştırmak.
Adaptable: s. yeni koşullara adapte olabilen/uyarlanabilen.
Adaptation: i. 1. uyarlama, adaptasyon. 2. alışma, intibak.
Adapter: i. 1. elek., mak. adaptör. 2. uyarlayıcı, adapte eden.
Adaptor: i., bak. adapter.
Add: f. 1. eklemek, ilave etmek; katmak. 2. toplamak.
Add Fuel To The Flames: k. dili yangına körükle gitmek.
Add Spice To: k. dili -i canlandırmak, -i ilginçleştirmek.
Add Up: 1. toplamak. 2. k. dili makul olmak, akla yakın olmak.
Add Up To: 1. -e varmak, (bir yekûn) tutmak. 2. k. dili ... anlamına gelmek: What it adds up to is that you're not coming. Gelmeyeceksin anlamına geliyor.
Addendum: çoğ. ad.den.da (ıden'dı) i. ilave, ek; ilave edilecek şey/söz.
Addict 1: i. bağımlı, müptela; tiryaki: drug addict uyuşturucu bağımlısı. cigarette addict sigara tiryakisi.
Addict 2: f. alıştırmak.
Adding Machine: hesap makinesi.
Addition: i. 1. ekleme, ilave. 2. ek, ilave. 3. mat. toplama.
Additional: s. biraz daha, ilave edilen, eklenilen.
Additive: i. 1. katkı. 2. katılan kimyasal madde, katkı maddesi. s. toplamsal, ilave olunacak.
Addled: s. 1. sersem, şaşkaloz. 2. cılk (yumurta).
Address: i. 1. (veya ä'dres) adres. 2. söylev, nutuk. f. 1. hitap etmek. 2. adres yazmak.
Address A Remark To: (birine) bir söz yöneltmek.
Addressee: i. alıcı, kendisine mektup/paket gönderilen kimse.
Adduce: f. (kanıt) ileri sürmek.
Adept: s. (at/in) usta, çok becerikli; mahir. i. (ä'dept) usta, işinin ehli.
Adequacy: i. yeterlilik, kifayet.
Adequate: s. yeterli, kâfi.
Adhere: f. to 1. -e yapışmak. 2. -e sadık kalmak, -e bağlı kalmak.
Adherence: i. 1. yapışma. 2. bağlılık.
Adherent: i. taraftar, yandaş.
Adhesion: i. 1. yapışma. 2. to -e bağlı kalma, -e sadık kalma, -e uyma.
Adhesive: s., i. yapışkan, yapıştırıcı.
Adhesive Tape: (yapıştırıcı) bant.
Adj.: kıs. adjacent, adjective, adjustment.
Adjacent: s. (to) (-e) bitişik, bitişikteki; komşu.
Adjective: i., dilb. sıfat.
Adjoin: f. bitişik olmak.
Adjoining: s. bitişik, bitişikteki, yan, yandaki.
Adjourn: f. 1. oturuma son vermek. 2. (toplantı/oturum) sona ermek, bitmek. 3. (bir başka yere) geçmek.
Adjust: f. ayar etmek, ayarlamak.
Adjust O.s. To: kendini -e alıştırmak.
Adjustment: i. 1. ayarlama. 2. kendini alıştırma. 3. tic. tazminat miktarının sigortalı ve sigortacı arasında kararlaştırılması.
Administer: f. yönetmek, idare etmek.
Administer An Oath: yemin ettirmek, ant içirmek.
Administration: i. yönetim, idare.
Administrative: s. idari, yönetimle ilgili, yönetimsel.
Administrator: i. yönetici, idareci.
Admirable: s. takdire değer, beğenilecek, çok güzel.
Admiral: i. amiral.
Admiration: i. takdir, beğenme.
Admire: f. takdir etmek, beğenmek; hayran olmak, hayran kalmak.
Admirer: i. takdir eden, beğenen; hayran.
Admiring: s. takdir ettiğini belirten; hayran, hayranlık gösteren.
Admissible: s. kabul edilebilir.
Admission: i. 1. içeri alma; kabul; giriş. 2. giriş ücreti, giriş. 3. itiraf.
Admission Free.: Giriş serbest.
Admit: f. (--ted, --ting) 1. içeri almak, almak; kabul etmek: They won't admit you. Seni içeri sokmazlar. 2. itiraf etmek.
Admit Of: imkân vermek.
Admittance: i. kabul; giriş.
Admonish: f. tembih etmek; kulağını çekmek.
Admonition: i. tembih; kulağını çekme.
Admonitory: s. uyarı niteliğinde.
Ado: i. insanı yoran hazırlıklar; koşuşmalar.
Adolescence: i. ergenlik, ergenlik çağı.
Adolescent: s., i. ergen, ergenlik çağında olan (genç).
Adopt: f. 1. evlat edinmek. 2. edinmek, benimsemek.
Adopted Child: evlatlık, manevi evlat.
Adopted Child: evlat edinilmiş çocuk, evlatlık.
Adoption: i. 1. evlat edinme. 2. edinme, benimseme.
Adorable: s. tapınılacak, çok güzel ve sevimli.
Adoration: i. tapınma, çılgınca sevme.
Adore: f. 1. tapınmak, tapmak, çılgınca sevmek. 2. (Allaha) tapınmak, tapmak.
Adorn: f. süslemek, donatmak, donamak.
Adornment: i. 1. süsleme. 2. süs.
Adrift: s.
Adroit: s. usta, çok becerikli.
Adsorb: f., kim. adsorbe etmek.
Adsorbent: i., s. adsorban.
Adsorption: i., kim. adsorpsiyon.
Adult: s., i. yetişkin; huk. ergin, reşit.
Adulterate: f. içine yabancı madde katmak.
Adulterer: i. zina yapan erkek.
Adulteress: i. zina yapan kadın.
Adultery: i. zina.
Adv.: kıs. adverb.
Advance: i. 1. ilerleme, ileri gitme. 2. yaklaşım; teklif. 3. tic. avans. f. 1. ilerletmek; ilerlemek. 2. artmak; artırmak. 3. avans vermek. 4. ileriye almak. 5. yardım etmek. 6. terfi ettirmek; terfi etmek. s. ileri, ileride bulunan.
Advanced: s. ilerlemiş, ileri.
Advanced İn Years: yaşlı. a child who's advanced for his age yaşına göre çok bilgili bir çocuk.
Advanced İn Years: yaşlı.
Advancement: i. ilerleme.
Advantage: i. 1. avantaj, üstünlük sağlayan şey. 2. yarar, fayda.
Advantageous: s. avantajlı, yararlı, faydalı.
Advent: i. geliş, varış.
Adventure: i. macera, serüven.
Adventurer: i. 1. serüvenci, maceracı. 2. dolandırıcı, dalavereci.
Adventuresome: s., bak. adventurous.
Adventurous: s. 1. maceracı, maceraperest. 2. maceralı.
Adverb: i., dilb. zarf, belirteç.
Adversary: i. 1. spor, isk. rakip. 2. düşman.
Adverse: s. 1. kötü, elverişsiz. 2. menfaatine aykırı, aleyhte.
Adversity: i. 1. zorluk, güçlük, sıkıntı. 2. sıkıntılı bir durum/zaman.
Advertise: f. 1. reklamını yapmak. 2. ilan etmek.
Advertise For S.o.: ilan aracılığıyla eleman aramak.
Advertisement: i. ilan, reklam.
Advertising: i. reklamcılık.
Advertising Agency: reklam ajansı.
Advertize: f., bak. advertise.
Advertizement: i., bak. advertisement.
Advertizing: i., bak. advertising.
Advice: i. nasihat, öğüt, tavsiye.
Advisable: s. akıllıca, makul, doğru.
Advise: f. 1. tavsiye etmek, öğütlemek. 2. tic. bildirmek. ill-advised s. akılsız, tedbirsiz.
Adviser: i. danışman, müşavir; akıl hocası; rehber, kılavuz.
Advisor: i., bak. adviser.
Advisory: s.
Advisory Committee: danışma kurulu.
Advocate 1: f. desteklemek, savunmak.
Advocate 2: i. 1. savunucu. 2. huk. avukat.
Adz: i. keser.
Adze: i., bak. adz.
Aegean: s. Ege.
Aerial: i. 1. anten. 2. havai.
Aerial View: havadan görünüş.
Aerobics: i., s. aerobik.
Aerodrome: i., İng. havaalanı, havalimanı.
Aerogramme: i. hava mektubu.
Aeroplane: i., İng., bak. airplane.
Aerosol: i. sprey tüpü, aerosol.
Aesthete: i. estet.
Aesthetic: s., i. estetik.
Aesthetics: i. estetik.
Aestival: s. yaza özgü.
Afar: z.
Afar Off: çok uzakta.
Affable: s. rahat, dostça ve sokulgan.
Affair: i. 1. sorun, mesele, iş. 2. k. dili şey (makine/eşya). 3. k. dili olay, skandal.
Affect: f. 1. etkilemek, tesir etmek; dokunmak. 2. (hastalık) zarar vermek: My arm is affected. Hastalık koluma yayıldı. 3. gibi görünmek, yalancıktan (bir şey) yapmak.
Affect İgnorance: cahillik taslamak, bilmezlikten gelmek.
Affectation: i. sahte tavır, yapmacık.
Affected: s. 1. (hastalıktan) zarar görmüş. 2. sahte, yapmacık, yapmacıklı.
Affection: i. muhabbet, şefkat, sevgi.
Affectionate: s. sevgisini gösteren; şefkatli, sevecen, sevgi dolu.
Affidavit: i., huk. yeminli ve yazılı ifade.
Affiliate 1: f. bağlamak.
Affiliate 2: i. (başka bir şirkete) bağlı olan şirket.
Affiliate O.s. With: ile bağ/ilişki kurmak.
Affiliated: s. bağlı.
Affiliation: i. bağlantı, ilişki.
Affinity: i. 1. benzerlik, benzer taraf. 2. sempati; sevgi.
Affirm: f. doğrulamak, tasdik etmek.
Affirmation: i. doğrulama, tasdik.
Affirmative: s. olumlu. i. olumlu cevap.
Affix 1: f. 1. takmak; yapıştırmak. 2. (imza) atmak; (mühür) basmak.
Affix 2: i., dilb. önek veya sonek.
Afflict: f. 1. acı vermek, ıstırap vermek. 2. başına bela olmak.
Afflicted: s. (zihinsel/bedensel bakımdan) özürlü.
Affliction: i. dert; hastalık.
Affluence: i. zenginlik, refah.
Affluent: s. zengin, gönençli.
Afford: f. 1. mali gücü yetmek, (bir şey için) parası olmak. 2. (bir şeyi) zarar görmeden yapabilmek: You can't afford to make him angry. Onu kızdırabilecek durumda değilsin sen.
Affront: i. hakaret, küçük düşüren davranış. f. hakaret etmek, küçük düşürmek.
Afghan: i. Afganlı, Afgan. s. 1. Afgan. 2. Afganlı.
Afghanistan: i. Afganistan.
Afield: z. kıra, kırda, evden uzak.
Afire: s. tutuşmuş; alevler içinde.
Afloat: z.
Afraid: s.
Afresh: z. yeniden.
Africa: i. Afrika.
African: i. Afrikalı. s. 1. Afrika, Afrika'ya özgü. 2. Afrikalı.
After: edat 1. -den sonra. 2. için, yüzünden; -den dolayı. 3. ardından: After them came the giraffes. Onların ardından zürafalar geldi. s. sonraki. z. sonra. a painting after Reubens Rubens'in üslubunda bir resim. a person after my own heart kalbimi fetheden bir kimse. at a quarter after four dördü çeyrek geçe. six months after altı ay sonra.
After A Fashion: şöyle böyle.
After All: bununla birlikte, yine de, buna rağmen.
After All: nihayet.
After The Dust Has Settled: 1. toz dağıldıktan sonra. 2. ortalık sakinleşip herkes kendine geldikten sonra, ortalık yatıştıktan sonra.
After The Fashion Of: ... gibi, ... tarzında.
Afterlife: i. ahret, öbür dünya.
Aftermath: i. (kötü) sonuç.
Afternoon: i. öğleden sonra.
Aftershave: i. tıraş losyonu.
Aftertaste: i. ağızda kalan tat.
Afterthought: i. sonradan akla gelen düşünce.
Afterward: z., bak. afterwards.
Afterwards: z. sonra, sonradan.
Again: z. tekrar, yine, bir daha.
Against: edat 1. karşı: against the current akıntıya karşı. a vaccine against the flu gribe karşı bir aşı. 2. aleyhinde, karşı: a vote against the president başkanın aleyhinde bir oy. I'm against it. Ona karşıyım.
Against Nature: doğaya aykırı.
Against S.o.'s Will: birinin isteğine karşı.
Agave: i., bot. agave, agav, Agave.
Age: i. 1. yaş. 2. çağ, devir.
Age Limit: yaş haddi.
Age Limit: yaş haddi.
Aged: s. 1. (eycd) yaşında: a girl aged four dört yaşında bir kız. 2. (ey'cîd) yaşlı, ihtiyar. 3. (ey'cîd) yıllanmış; eski.
Ageless: s. 1. yaşlanmayan, ihtiyarlamayan. 2. eskimeyen.
Agency: i. 1. acente; ajans: travel agency seyahat acentesi. news agency haber ajansı. 2. devlet dairesi.
Agenda: i. gündem.
Agent: i. 1. acente, temsilci. 2. ajan.
Agent Provocateur: çoğ. a.gents pro.vo.ca.teurs (^jan' prôvôk^tör') provokatör, kışkırtıcı ajan.
Agglomerate: i. aglomera.
Agglomeration: i. aglomerasyon.
Aggrandise: f., İng., bak. aggrandize.
Aggrandisement: i., İng., bak. aggrandizement.
Aggrandize: f. büyütmek.
Aggrandizement: i. büyütme.
Aggravate: f. 1. kötüleştirmek, zorlaştırmak, ağırlaştırmak, şiddetlendirmek: Don't scratch that sore; you'll aggravate it. O yarayı kaşıma, azdırırsın. aggravate a problem bir sorunu ağırlaştırmak. aggravate the pain acıyı şiddetlendirmek. 2. k. dili kızdırmak.
Aggregate: i. 1. toplam. 2. agrega.
Aggression: i. saldırganlık.
Aggressive: s. saldırgan.
Aggressor: i. saldırgan, saldıran.
Aggrieved: s. incitilmiş; mağdur.
Aghast: s. dehşet içinde, donakalmış.
Agile: s. çevik.
Agility: i. çeviklik.
Agility Of Mind: zekâ kıvraklığı.
Agitate: f. 1. çalkalamak, çalkamak; karıştırmak. 2. heyecanlandırmak. 3. ruhb. ajite etmek. 4. sallamak.
Agitated: s. 1. heyecanlı. 2. ruhb. ajite.
Agitation: i. 1. çalkalama, çalkama; ajitasyon. 2. heyecan. 3. ruhb. ajitasyon. 4. sallama.
Agitator: i. 1. kışkırtıcı, tahrikçi, provokatör; eylemci, kampanyacı. 2. ajitatör, çalkalayıcı, karıştırıcı: washing machine agitator çamaşır makinesi pervanesi/pülsatörü.
Aglow: s. parlak.
Ago: z. önce, evvel: a long time ago çok zaman önce.
Agonise: f., İng., bak. agonize.
Agonize: f. ıstırap çekmek.
Agony: i. ıstırap.
Agree: f. 1. razı olmak, rıza göstermek; mutabık olmak. 2. hemfikir olmak. 3. anlaşmak, iyi geçinmek. 4. (bir şey) (başka bir şeye) uymak, (bir şey) (başka bir şeyi) tutmak. 5. uygun olmak, -e göre olmak.
Agreeable: s. 1. hoş, iyi. 2. razı.
Agreement: i. anlaşma, sözleşme.
Agricultural: s. tarımsal, zirai.
Agricultural Credit: tic. tarım kredisi.
Agriculture: i. tarım, ziraat.
Agriculturist: i. çiftçi.
Aground: z.
Ah: kıs. Anno Hegirae hicri.
Ah: ünlem 1. Ah! (Özlem/beğenme/pişmanlık/öfke/sevgi belirtir.). 2. Ah!/Of! (Acı belirtir.). 3. Vay! (Şaşkınlık belirtir.).
Ahead: z. ileri, ileride.
Ahead Of Time: erken.
Aıds: i., tıb. AIDS.
Aid: i. 1. yardım. 2. yardımcı. f. yardım etmek.
Aids: i., tıb., bak. AIDS.
Ail: f. hasta olmak, rahatsız olmak.
Ailing: s. hasta, rahatsız.
Ailment: i. hastalık, rahatsızlık.
Aim: i. amaç, gaye, maksat. f. nişan almak.
Aim At: 1. (silahı) (birine/bir yere) doğrultmak. 2. (bir şeyi) (bir yere) fırlatmak.
Aim To: ... niyetinde olmak.
Aimless: s. amaçsız.
Air: i. 1. hava. 2. nağme. 3. tavır. f. 1. havalandırmak. 2. herkese söylemek.
Air Base: hava üssü.
Air Brake: hava freni, havalı fren.
Air Compressor: hava kompresörü.
Air Filter: hava filtresi.
Air Force: hava kuvvetleri.
Air Force: hava kuvvetleri.
Air Pollution: hava kirliliği.
Air Pressure: hava basıncı.
Air Raid: hava saldırısı.
Air Shaft: hava boşluğu, aydınlık.
Airborne: s. 1. havadan gelen (mikrop, toz v.b.). 2. havadan nakledilen. 3. uçmakta olan.
Air-Conditioned: s. klimalı.
Air-Conditioner: i. klima.
Aircraft: i. uçak; uçaklar.
Aircraft Carrier: uçak gemisi.
Airfield: i. havaalanı.
Airlift: i. hava köprüsü. f. hava yoluyla taşımak/götürmek.
Airline: i. havayolu.
Airliner: i. yolcu uçağı.
Airmail: i. uçak postası.
Airmail Letter: uçak mektubu.
Airplane: i. uçak.
Airplane Crash: uçak kazası.
Airport: i. havalimanı, havaalanı.
Airstrip: i. uçuş pisti.
Airtight: s. hava geçirmez.
Airways: i. havayolları.
Airy: s. 1. havai. 2. havadar. 3. hava gibi hafif. 4. hayali. 5. çalım satan, kendine bir hava veren. 6. çevik, canlı, şen.
Airy-Fairy: s., İng., k. dili hiç pratik olmayan, hayal mahsulü, fantezi.
Aisle: i. sıralar arası yol, geçenek.
Ajar: z. aralık, az açık (kapı).
Akin: s. benzer, yakın: Her speech is akin to poetry. Söyledikleri şiire benziyor.
Alabaster: i. albatr, kaymaktaşı.
Alacrity: i. neşe ve çeviklik, şevk.
Alarm: i. 1. korku; dehşet. 2. alarm, tehlike işareti: fire alarm yangın zili, yangın alarmı. f. 1. tehlikeden haberdar etmek. 2. korkutmak; dehşete düşürmek.
Alarm Clock: çalar saat.
Alarm Clock: çalar saat.
Alas: ünlem Eyvah!/Yazık!
Albania: i. Arnavutluk.
Albanian: s., i. 1. Arnavut. 2. Arnavutça.
Albeit: bağ. ... de olsa: He is, in short, a boor, albeit an educated one. Kısacası, tahsilli de olsa, hödüğün biri. She's learning French, albeit painfully. Zorlukla da olsa Fransızcayı öğreniyor. It was a beautiful, albeit a worthless, coin. Değersiz de olsa güzel bir paraydı.
Albino: i. akşın, albino, albinos, çapar.
Album: i. albüm.
Alcohol: i. 1. alkol. 2. alkol, alkollü içki.
Alcoholic: s. alkollü. i. alkolik.
Alcoholism: i. alkolizm.
Alcove: i. (duvarda bulunan) niş, oyuk; hücre gibi ve kapısız ufak oda.
Ale: i. bir çeşit bira.
Alembic: i. imbik.
Alert: s. uyanık, tetikte olan.
Alfresco: s. açık havada yapılan, açık hava. z. açık havada.
Alga: çoğ. al.gae (äl'ci) i. alg.
Algebra: i., mat. cebir.
Algeria: i. Cezayir.
Algerian: s. 1. Cezayir, Cezayir'e özgü. 2. Cezayirli. i. Cezayirli.
Alias: i. takma isim; başka ad. z. namı diğer: Cavit alias the Bear Cavit namı diğer Ayı.
Alibi: i. 1. huk. sanığın, suçun işlendiği sırada başka yerde bulunduğu şeklindeki iddiası. 2. k. dili bahane, mazeret.
Alien: i. yabancı, ecnebi.
Alienate: f. soğutmak, uzaklaştırmak.
Alight: f. konmak, inmek.
Align: f. 1. aynı hizaya getirmek. 2. sıraya koymak.
Align O.s. With: birinin saffına geçmek.
Alignment: i. 1. aynı hizaya getirme. 2. sıraya koyma.
Alike: s. birbirine benzer: We're alike in many ways. Birçok bakımdan birbirimize benziyoruz. z. 1. eşit bir şekilde: Treat them alike. Onlara eşit bir şekilde davran. 2. hem ..., hem ...: rich and poor alike hem zenginler, hem fakirler.
Alimentary: s. beslenmeye ait; besleyici.
Alimentary Canal: anat. sindirim aygıtı.
Alimony: i. nafaka.
Alive: s. sağ, canlı, hayatta, diri.
Alkali: i., kim. alkali.
All: s. bütün, tüm; hepsi: All roses have thorns. Bütün güller dikenlidir. He worked all day. Bütün gün çalıştı. i. hepsi: All of us went. Hepimiz gittik. Pour it all out. Hepsini dök. z. tamamıyla: He was all alone. Yapayalnızdı. dressed all in red tepeden tırnağa kırmızılar içinde.The score was six all, with two minutes remaining. Maçın bitimine iki dakika kala 6-6 berabereydiler.
All Along: öteden beri; hep böyle, her zaman.
All Along: 1. boyunca. 2. k. dili baştan, başından beri.
All Along The Line: sıra boyunca.
All At Once: hep birden.
All At Once: birden, birdenbire.
All But: az daha; -den başka.
All But: 1. -den gayri hepsi, ... dışında hepsi: We have interviewed all but two of the candidates. Adayların ikisi dışında hepsiyle görüştük. 2. az kalsın, neredeyse: She was so angry that she all but slapped me. O kadar kızdı ki beni neredeyse tokatlayacaktı.
All Day: bütün gün.
All İn A Tumble: altüst, karmakarışık.
All İn One: hem ... hem de ...: He's the Minister of Defense and the Minister of Education all in one. Hem Savunma Bakanı, hem de Eğitim Bakanıdır.
All Manner Of: her çeşit.
All Night Long: bütün gece, sabaha kadar.
All Of A Sudden: birdenbire, birden, ani olarak, aniden, ansızın.
All Of A Sudden: birdenbire, aniden, ansızın.
All Over: tamamen; bitmiş; tekrar, baştan.
All Right!: k. dili Aferin!/Yaşa be!/Çok iyi!/Harika!
All Right.: k. dili Peki./Tamam.: All right, I'll come. Peki, gelirim.
All Round: bütünüyle, her şey göz önünde tutulursa.
All That Glitters İs Not Gold.: Parlayan her şey altın değildir./Görünüşe aldanmamalı.
All The Best!: 1.(mektubun sonunda) En iyi dileklerimle! 2. Yolun açık olsun!
All The Better: daha iyi.
All The İns And Outs Of: 1. (bir konunun/işin) tüm ayrıntıları, (bir şeyin) girdisi çıktısı. 2. (bir yerin) her tarafı/yeri.
All The Livelong Night: hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir gece boyunca.
All The Rest: kalanların hepsi.
All The Same: hepsi bir.
All The Same: bununla birlikte.
All The Time: her zaman, daima, hep.
All The Way: 1. başından sonuna kadar. 2. tamamen.
All The While: belirli bir müddetin başından sonuna kadar: She wasn't surprised because she'd known it all the while. Baştan bildiği için şaşırmamıştı.
All The Year Round: tüm yıl boyunca.
All There: k. dili aklı başında.
All Things Considered: her şey göz önüne alınırsa.
All Told: yekûn olarak.
All Too Soon: pek erken, zamansız.
All's Fair İn Love And War.: Aşkta ve savaşta her şey mubahtır.
Allah: i. Allah.
All-Around: s. her alanda başarılı; pek çok yeteneği olan: an all-around student dört dörtlük bir öğrenci.
Allay: f. yatıştırmak, hafifletmek: allay s.o.'s fears birinin endişelerini yatıştırmak.
Allegation: i. iddia.
Allege: f. iddia etmek.
Allegiance: i. sadakat, bağlılık.
Allegorical: s. alegorik.
Allegory: i. alegori.
All-Embracing: s. her şeyi saran.
Allergic: s. alerjik.
Allergy: i. alerji.
Alleviate: f. azaltmak; hafifletmek; kısmen gidermek.
Alley: i. dar sokak, ara yol.
Alliance: i. 1. pol. ittifak, anlaşma. 2. birleşme, müttefiklik.
Allied: s. 1. müttefik, birleşik. 2. benzer. 3. with/to -e bağlı. 4. with/to ile beraber.
Alligator: i. amerika timsahı.
All-İnclusive: s. her şeyi kapsayan.
All-Night: s. 1. bütün gece süren (bir olay). 2. bütün gece açık olan (lokanta, dükkân v.b.).
All-Nighter: i., k. dili bütün gece süren bir olay.
Allocate: f. ayırmak, tahsis etmek.
Allocation: i. tahsisat.
Allot: f. (--ted, --ting) ayırmak, tahsis etmek; (süre) vermek/tanımak.
Allotment: i. 1. ayırma, tahsis. 2. ayrılmış/tahsis edilmiş şey, pay.
Allow: f. izin vermek, müsaade etmek.
Allow For: -i hesaba katmak.
Allowable: s. yapılması uygun görülen, yapılmasında sakınca olmayan, mubah.
Allowance: i. harçlık.
Alloy: i. alaşım.
All-Purpose: s. pek çok işe yarayan; çok kullanışlı.
All-Right: s., k. dili iyi, kafadar, kafa dengi.
All-Round: s., İng., bak. all-around.
All-Rounder: i., İng. her alanda başarılı kimse.
Allspice: i. yenibahar.
Allude: f. to üstü kapalı bir şekilde -den bahsetmek, kastetmek; ima etmek, anıştırmak.
Allure: i. cazibe, çekicilik, albeni.
Alluring: s. cazibeli, çekici, alımlı.
Allusion: i. anıştırma.
Ally: i., pol. müttefik.
Ally O.s. With/To: ile birleşmek.
Alma Mater: bir kimsenin mezun olduğu okul, lise veya üniversite.
Almanac: i. almanak.
Almighty: s. her şeye gücü yeten.
Almond: i. badem.
Almost: z. 1. hemen hemen: This picture's almost done. Bu resim hemen hemen bitti. 2. az kaldı, az kalsın, az daha, neredeyse: He almost died. Az kaldı ölecekti.
Alms: i. sadaka.
Alone: s. yalnız; kimsesiz. z. yalnız, yalnız başına, tek başına.
Along: edat boyunca: along the river ırmak boyunca. z. with ile beraber: He came along with us. Bizimle beraber geldi.
Alongside: edat 1. yanına; yanında. 2. den. bordasına; bordasında.
Aloof: s. soğuk, uzak duran. z. uzak, uzakta.
Aloud: z. yüksek sesle.
Alphabet: i. alfabe, abece.
Alphabetic: s., bak. alphabetical.
Alphabetical: s. alfabetik, alfabe sırasına göre dizilmiş: The words are in alphabetical order. Kelimeler alfabe sırasına göre dizilmiş.
Alpine: s. 1. yüksek dağlara özgü. 2. ağaç sınırının üstündeki bölgeye özgü.
Already: z. 1. şimdiden, halen (Türkçede genellikle çevirisiz kalır.): You're too late; he's already gone. Geç kaldın; gitti. 2. Beklenenden daha erkeni göstermek için kullanılır: Has he finished already? Bu kadar erken mi bitirdi? 3. daha önce: As I've already seen it, there's no need for me to come. Daha önce gördüğüme göre gelmeme gerek yok.
Alright: s., k. dili, bak. All right., All right!, all-right, be all right.
Also: z. bir de: You'll need pliers. You'll also need tape. Sana kerpeten lazım. Bir de bant. It was cold and it was also wet. Hava soğuktu ve bir de yağmurluydu.
Alt Key: bilg. ek karakter tuşu.
Altar: i. sunak.
Alter: f. değiştirmek; değişmek.
Alterable: s. değiştirilebilir.
Alteration: i. 1. değiştirme; değişme. 2. değişiklik.
Alternate 1: s. 1. birbirini sırayla izleyen (şeyler). 2. bot. almaşık, alternatif. 3. alternatif, başka. i. başkasının yerine geçebilen kimse, yedek.
Alternate 2: f. 1. -i nöbetleşe/sırayla yapmak. 2. -in birbirini sırayla izlemesini sağlamak; (with) birbirini sırayla izlemek/takip etmek: In her speech she alternates the stilted with the vulgar. Konuşmasında kitabi ve adi sözler birbirini izler. 3. between (iki durum) arasında gidip gelmek: He alternates between dissipation and mortification. Ya sefahat, ya riyazet içinde yaşıyor o. alternating current elek. dalgalı akım, alternatif akım.
Alternately: z. nöbetleşe; sıra ile.
Alternating Current: elek. almaşık akım.
Alternation: i. 1. nöbetleşe/sırayla yapma. 2. birbirini sırayla izlemesini sağlama; birbirini sırayla izleme.
Alternative: i. seçenek, alternatif, şık: We had no alternative. Başka çaremiz kalmamıştı./Yapacak başka bir şey yoktu. s. diğer, başka.
Alternator: i., elek. alternatör.
Although: bağ. -diği halde, ise de, olmakla beraber: Although he's old he's a good dancer. Yaşlı olduğu halde iyi dans eder. Although I tried hard it didn't do much good. Çok gayret ettimse de pek işe yaramadı. Although the teacher was strict, the students were happy. Hoca sert olmakla beraber öğrenciler mutluydu.
Altimeter: i. altimetre, yükseklikölçer.
Altitude: i. yükseklik; irtifa; yükselti, rakım.
Altogether: z. tamamıyla, bütünüyle.
Alum: i. şap.
Aluminium: i., İng., bak. aluminum.
Aluminum: i. alüminyum.
Alumna: çoğ. a.lum.nae (ıl^m'ni) i. bir okul, lise veya üniversite mezunu kız.
Alumnus: çoğ. a.lum.ni (ıl^m'nay) i. bir okul, lise veya üniversite mezunu erkek.
Always: z. daima, her zaman.
Always Excepting: her zaman olduğu gibi ... hariç: Everybody came on time always excepting Levent. Her zaman olduğu gibi Levent hariç herkes vaktinde geldi.
Am: f., bak. be.
Am: kıs. Artium Magister (hümaniter bilimlerde master derecesinin kısaltması).
Am, Am: kıs. ante meridiem öğleden evvel (24.00-12.00 arasındaki saatler için kullanılır.): 2:30 A.M. saat 2.30. 12 A.M. saat 24.00.
Amalgam: i., kim. malgama, amalgam.
Amalgamate: f. birleştirmek; with ile birleşmek.
Amass: f. biriktirmek.
Amateur: i. amatör.
Amaze: f. hayrette bırakmak, hayrete düşürmek, şaşkına çevirmek.
Amazement: i. hayret.
Amazing: s. insanı şaşırtan, insanı hayrete düşüren, şaşırtıcı.
Ambassador: i. büyükelçi.
Ambassadress: i. 1. sefire, (kadın) elçi. 2. sefire, elçi karısı.
Amber: i. kehribar.
Ambidextrous: s. iki elini aynı şekilde kullanabilen.
Ambience: i. atmosfer, hava, ambiyans.
Ambiguity: i. birden fazla anlama gelme; belirsizlik.
Ambiguous: s. birden fazla anlama gelebilen; ne olduğu belirsiz.
Ambition: i. 1. bir şeyi başarma/elde etme tutkusu. 2. (uzun zamandır güdülen) büyük amaç.
Ambitious: s. 1. bir şeyi başarma/elde etme tutkusuyla yanıp tutuşan veya dolu. 2. büyük bir amacın ürünü olan, büyük.
Ambivalent: s. birbirine zıt hisleri olan, karışık hisleri olan; değişken.
Amble: f. rahat rahat yürümek.
Ambulance: i. cankurtaran, ambülans.
Ambush: i. pusuya düşürme. f. pusuya düşürmek.
Ameba: i., zool., bak. amoeba.
Ameliorate: f. iyileştirmek.
Amelioration: i. iyileştirme.
Amen: ünlem âmin.
Amenable: s. uysal, yumuşak başlı; ikna edilebilen.
Amend: f. 1. düzeltmek. 2. (kuralı/tasarıyı) değiştirmek.
Amendment: i. 1. düzeltme, ıslah. 2. (kuralı/tasarıyı) değiştirme.
Amends: i.
Amenity: i. hayatı kolaylaştıran şey, rahatlık: This hotel has all sorts of amenities. Bu otelde her tür konfor var. the amenities görgü kuralları.
America: i. Amerika.
American: i. Amerikalı. s. Amerikan; Amerika, Amerika'ya özgü.
American Leopard: jaguar.
Amiable: s. cana yakın, sevimli.
Amicable: s. arkadaşça, dostça.
Amid: edat ortasına, ortasında, arasına, arasında.
Amidst: edat, bak. amid.
Amiss: z.
Amity: i. arkadaşlık, dostluk.
Ammeter: i. ampermetre, amperölçer.
Ammonia: i. amonyak, nışadırruhu.
Ammunition: i. cephane, mühimmat.
Ammunition Dump: ask. cephede geçici cephanelik.
Amnesia: i. bellek yitimi, amnezi.
Amnesty: i. genel af.
Amoeba: i., zool. amip.
Amoebic: s. 1. amipli, amipten ileri gelen. 2. amibe benzeyen; amibe ait.
Amok: i.
Among: edat arasına, arasında, içinde.
Amongst: edat, bak. among.
Amoral: s. ahlakdışı.
Amorous: s. şehvetli; şehvet dolu.
Amorphous: s. 1. şekilsiz, biçimsiz; sınırları belli olmayan. 2. kim., biyol. amorf.
Amortisation: i., İng., bak. amortization.
Amortise: f., İng., bak. amortize.
Amortization: i. amortisman.
Amortize: f. amorti etmek.
Amount: i. miktar. f. to 1. ile eşanlamlı olmak: It amounts to the same thing. Aynı kapıya çıkar. 2. toplamı (belirli bir miktar) olmak: It amounts to fifty dollars. Toplam elli dolar ediyor.
Ampere: i., elek. amper.
Amperemeter: i., bak. ammeter.
Amphetamine: i. amfetamin.
Amphibian: i., zool. iki yaşayışlı hayvan.
Amphibious: s. 1. zool. iki yaşayışlı, amfibi. 2. amfibi, yüzergezer.
Amphitheater: i. amfiteatr.
Amphitheatre: i., İng., bak. amphitheater.
Ample: s. 1. bol, bol bol yetecek kadar. 2. geniş.
Amplification: i. 1. daha uzun/ayrıntılı bir şekilde söyleme. 2. amplifikasyon, yükseltme.
Amplifier: i. amplifikatör, yükselteç.
Amplify: f. 1. daha uzun/ayrıntılı bir şekilde söylemek. 2. (sesini) kuvvetlendirmek.
Amplitude: i. 1. bolluk. 2. genişlik.
Amply: z. bol bol yetecek kadar.
Amputate: f., tıb. (bir uzvu) kesmek.
Amputation: i., tıb. ampütasyon.
Amputee: i., tıb. bir uzvu kesilmiş kimse.
Amuck: i., bak. amok.
Amulet: i. muska, nazarlık, tılsım.
Amuse: f. eğlendirmek; oyalamak, güldürmek.
Amusement: i. eğlence.
Amusing: s. eğlendirici; oyalayıcı; güldürücü.
An: s. (ünlülerden önce) bir.
An Accomplished Fact: olmuş bitmiş bir şey.
An Odd Fish: k. dili tuhaf bir adam.
An Off Street: sapa bir sokak.
An Open Question: çözülmemiş sorun.
An Open Question: çözümlenmemiş sorun.
An Open Secret: herkesçe bilinen bir sır.
Anachronism: i. anakronizm.
Anaemia: i., İng., tıb., bak. anemia.
Anaesthesia: i., İng., bak. anesthesia.
Anaesthesiologist: i., İng., bak. anesthesiologist.
Anaesthetic: i., s., İng., bak. anesthetic.
Anaesthetist: i., İng., bak. anesthetist.
Anaesthetize: f., İng., bak. anesthetize.
Anal: s. anal.
Analgesia: i. acı yitimi, analjezi.
Analgesic: s., i. ağrı kesici, analjezik.
Analogous: s. benzer, paralel; benzeşen.
Analogue: i. benzer şey, benzeş.
Analogue Computer: örneksel bilgisayar.
Analogy: i. benzerlik, paralellik; benzeşim.
Analyse: f., İng., bak. analyze.
Analysis: i. tahlil, çözümleme, analiz.
Analytic: s. tahlili, çözümsel, çözümlemeli, analitik.
Analytical: s., bak. analytic.
Analyze: f. tahlil etmek, çözümlemek, analiz etmek.
Anarchic: s. anarşik.
Anarchism: i. anarşizm.
Anarchist: i. anarşist.
Anarchy: i. anarşi.
Anathema: i. 1. aforoz, lanetleme. 2. aforoz edilmiş kimse.
Anatolia: i. Anadolu.
Anatolian: i. Anadolulu. s. 1. Anadolu, Anadolu'ya özgü. 2. Anadolulu.
Anatomical: s. anatomik, anatomiyle ilgili.
Anatomy: i. anatomi; gövde yapısı; gövdebilim.
Anc: kıs. ancient.
Ancestor: i. ata, cet.
Ancestral: s. atalara ait, soysal.
Ancestry: i. soy.
Anchor: i. demir, çapa, lenger.
Anchor Man: TV (erkek) sunucu.
Anchor Person: TV sunucu.
Anchor Woman: TV (kadın) sunucu.
Anchorage: i. demirleme yeri.
Anchovy: i. ançüez.
Ancient: s. 1. antik. 2. çok eski, çok eski bir zamandan kalma. 3. k. dili yaşlı, ihtiyar.
Ancient Greek: 1. Grekçe, Grek dili, eski Yunanca. 2. Grek, eski Yunanlı: the ancient Greeks Grekler. 3. Grek, eski Yunan, Greklere özgü. 4. Grekçe, eski Yunanca (yazı/söz).
Ancillary: s. yardımcı.
And: bağ. ve; ile: mice and men fareler ve insanlar. knife and fork bıçakla çatal. He looked and ran away. Baktı ve kaçtı.
And How!: Hem de nasıl!
And Rightly So: ... ve haklıydı da, ... ve iyi de etti: He scolded him for his negligence, and rightly so. İhmalkârlığından dolayı onu azarladı ve haklıydı da.
And So Forth: falan, filan, vesaire, ve benzerleri.
And So Forth: vesaire, ve başkaları.
And So On: filan, v.s., v.b.
And So On/Forth: vesaire, ve benzerleri.
And Such: ve benzerleri: Orange trees, palms, and such should be kept under glass in winter. Kışın portakal ağaçları, palmiyeler ve benzeri ağaçlar serada tutulmalı.
And Suchlike: k. dili ve benzerleri.
And Vice Versa: ve tersine, ve aksine: The bigger the fish, the blander its taste, and vice versa. Balık büyüdükçe tadı yavanlaşır ve tersine.
And What Have You/And What Not: k. dili vesaire.
And What's More: bir de, hem de, üstelik, ayrıca: She was wearing a pink cape and, what's more, she was carrying a pink poodle. Pembe bir pelerin giymişti ve kucağında da pembe bir kaniş taşıyordu.
Anecdotal: s. fıkra tarzında.
Anecdote: i. fıkra, hikâye, anekdot.
Anemia: i., tıb. kansızlık, anemi.
Anesthesia: i. duyum yitimi, anestezi.
Anesthesiologist: i. anestezi uzmanı.
Anesthetic: i., s. anestezik.
Anesthetist: i. narkozitör.
Anesthetize: f. narkoz vermek, uyuşturmak.
Anew: z. 1. yeniden fakat değişik bir şekilde. 2. tekrar, bir daha, gene, yine, yeniden.
Angel: i. melek.
Angelic: s. melek gibi.
Anger: i. öfke, hiddet. f. kızdırmak, öfkelendirmek.
Angina: i., tıb. bir çeşit kalp hastalığı.
Angle 1: i. 1. geom. açı. 2. (bir cisme ait) köşe. 3. k. dili bakış açısı, görüş açısı.
Angle 2: f. 1. oltayla balık avlamak. 2. for (bir şeyi) kurnazlıkla elde etmeye çalışmak.
Angle İron: köşebent demiri.
Angler: i. oltayla balık tutan kimse.
Angleworm: i., zool. solucan.
Anglican: s., i. Anglikan.
Angling: i. oltayla balık avlama.
Anglo-Saxon: s., i. Anglosakson.
Angola: i. Angola.
Angolan: s. 1. Angola, Angola'ya özgü. 2. Angolalı. i. Angolalı.
Angora: i. 1. angora, angora yün; tiftik. 2. ankarakedisi. 3. ankarakeçisi. 4. ankaratavşanı.
Angry: s. öfkeli, hiddetli, kızgın; gücenik, dargın.
Anguish: i. ıstırap, acı, keder.
Anguished: s. acı dolu, kederli.
Angular: s. 1. köşeli. 2. mat., fiz. açısal. 3. kemikli, kemikleri belirgin.
Animal: i. hayvan. s. hayvani; hayvansal; hayvanca.
Animal Breeding: hayvan besleme.
Animal Heat: vücut sıcaklığı.
Animal Husbandry: hayvancılık.
Animal Kingdom: hayvanlar âlemi.
Animal Lover: hayvansever.
Animal Magnetism: çekicilik.
Animal Spirits: canlılık, coşku.
Animate: f. hayat vermek, canlandırmak.
Animated: s. canlı; neşeli.
Animated Cartoon: çizgi film.
Animation: i. 1. canlılık. 2. canlandırma.
Animism: i. canlıcılık, animizm.
Animistic: s. canlıcılıkla ilgili, canlıcı, animist.
Animosity: i. düşmanlık, husumet, kin.
Anise: i., bot. anason.
Aniseed: i. anason, anason tohumu.
Ankle: i. ayak bileği.
Anklet: i. 1. halhal. 2. kısa çorap, şoset.
Annals: i. 1. tarihi olaylar. 2. kronik, vakayiname.
Annex 1: i. ek bina, müştemilat.
Annex 2: f. ilhak etmek, katmak, eklemek.
Annexation: i. ilhak, katma.
Annihilate: f. yok etmek, imha etmek.
Annihilation: i. yok etme, imha.
Anniversary: i. yıldönümü.
Annotate: f. (bir metne) notlar eklemek.
Announce: f. bildirmek, ilan etmek.
Announcement: i. bildiri, ilan.
Announcer: i. spiker.
Annoy: f. taciz etmek, sıkıntı vermek; kızdırmak, sinirine dokunmak, sinirlendirmek.
Annoyance: i. 1. kızgınlık. 2. baş belası, bela, sıkıntı veren şey/kimse.
Annoying: s. sıkıntı veren; sinir bozucu, sinir.
Annual: i. 1. yıllık, yılın olaylarını anlatan kitap. 2. bot. bir yıllık ömrü olan bitki. s. 1. yıllık, bir yıl için. 2. yılda bir yapılan; her yıl yapılan; yıllık.
Annually: z. her yıl; yılda bir.
Annuity: i. belirli bir süre için her yıl ödenen ve emek karşılığı olmayan maaş.
Annul: f. (--led, --ling) (yasa, yargı, sözleşme v.b.'ni) bozmak, feshetmek.
Annulment: i. (yasa, yargı, sözleşme v.b.'ni) bozma, feshetme, fesih.
Anode: i. anot, artı uç.
Anodyne: i., s. ağrı kesici; yatıştırıcı.
Anoint: f. (kutsamak için) (başına) yağ sürmek, meshetmek.
Anomalous: s. 1. alışılmışın dışında, beklenene ters düşen, tuhaf, uygunsuz; çelişkili. 2. kuraldışı.
Anomaly: i. anomali.
Anonymity: i. gerçek ismini saklama: The writer used a pen name to preserve his anonymity. Yazar gerçek ismini saklamak için takma ad kullandı.
Anonymous: s. isimsiz, anonim, imzasız.
Anorak: i., İng. anorak.
Another: s. 1. bir (şey) daha: another match bir kibrit daha. 2. başka, başka bir: another time başka sefer. 3. bir, ikinci bir: This is going to be another Chernobyl. Bu ikinci bir Çernobil olacak. zam. 1. bir tane daha: Take another! Bir tane daha al! 2. bir başkası, başkası: You can't sign for another. Başkasının yerine imza atamazsın.
Answer: i. cevap, yanıt; karşılık. f. 1. cevap vermek, cevaplamak, yanıtlamak; karşılık vermek. 2. to -e uymak: This man does not answer to the description of the suspect. Bu adam sanığın eşkâline uymuyor.
Answer Back: küstahça cevap vermek.
Answer For: 1. hakkında teminat vermek; sorumluluğunu üstlenmek: I'll answer for his safety. Güvenliğini üstüme alıyorum. 2. hesabını vermek: You'll have to answer for this. Bunun hesabını vereceksin.
Answer İn The Affirmative: olumlu cevap vermek.
Answer The Door: kapıya bakmak: Who'll answer the door? Kapıya kim bakacak?
Answer The Telephone: telefona bakmak: The telephone's ringing; will you answer it? Telefon çalıyor, bakar mısın?
Answering Machine: telesekreter.
Ant: i. karınca.
Antagonise: f., İng., bak. antagonize.
Antagonism: i. husumet, kin, düşmanlık.
Antagonist: i. hasım, muhalif.
Antagonize: f. 1. kızdırmak. 2. düşman etmek.
Antarctic: s. Antarktik.
Antarctica: i. Antarktika.
Antecedent: s. (to) -den önce olan, -den önceki.
Antecedents: i., çoğ. atalar.
Antelope: i., zool. antilop.
Antenna: i. 1. anten. 2. çoğ.
Antennae: (änten'i) duyarga, anten.
Anterior: s. ön, öndeki; önceki.
Anteroom: i. bekleme odası.
Anthem: i. ilahi.
Anthology: i. antoloji, seçki.
Anthropological: s. antropolojik, insanbilimsel.
Anthropologist: i. antropolog, insanbilimci.
Anthropology: i. antropoloji, insanbilim.
Anti: edat, k. dili -e karşı, -in aleyhinde.
Anti-: önek karşı, anti-.
Antiaircraft: s. uçaksavar.
Antiballistic: s.
Antiballistic Missile: füzesavar.
Antibiotic: i., s. antibiyotik.
Anticipate: f. 1. önceden tahmin edip ona göre davranmak; -den önce davranmak. 2. k. dili beklemek, gerçekleşeceğini tahmin etmek/kestirmek.
Anticipation: i. 1. önceden tahmin edip ona göre davranma; -den önce davranma. 2. (bir şeyin olabileceğini) önceden tahmin etme. 3. k. dili dört gözle bekleme.
Anticlockwise: s., z., İng., bak. counterclockwise.
Anticorrosive: i., s. antikorosif.
Antics: i. maskaralıklar; tuhaf davranışlar.
Antidepressant: i., s. antidepresan.
Antidote: i., tıb. antidot, panzehir; çare.
Antifreeze: i. antifriz.
Antihistamine: i. antihistamin.
Antiknock: s. detonasyon kesici (madde).
Antimissile: s., i. roketsavar.
Antipathy: i. antipati.
Antiperspirant: s., i. ter kesici.
Antipodes: i.
Antiquated: s. çağdışı, köhne.
Antique: s. 1. antik, ilk çağlardan kalma. 2. antika. i. antika.
Antique Dealer: antikacı.
Antique Shop: antika dükkânı, antikacı.
Antiquity: i. 1. antikite, antik çağlar, ilk çağlar. 2. antikite, antik çağlardan kalma bir şey.
Antiseptic: s., i. antiseptik.
Antisocial: s. 1. ruhb. antisosyal. 2. insanlardan kaçan.
Antithesis: çoğ. an.tith.e.ses (äntîth'ısiz) i. 1. antitez, karşı tez. 2. bir şeyin tam karşıtı.
Antithetical: s. karşıt olan.
Antithetically: z. karşıt olarak.
Antlers: i. geyiğin çatallı boynuzları.
Antonym: i. karşıt anlamlı sözcük.
Anus: i. anüs, makat.
Anvil: i. örs.
Anxiety: i. endişe, kaygı, tasa.
Anxious: s. endişeli, kaygılı, tasalı.
Any: s. 1. hiç: Do you have any candles? Sende hiç mum var mı? No, I don't have any. Hayır, bende hiç yok. He did it without any help. Hiç yardım olmadan yaptı. 2. herhangi bir: Ask any pedestrian. Herhangi bir yayaya sor.
Any Longer: daha fazla, daha: I can't stay any longer. Daha fazla kalamam.
Any More: 1. artık: Belma doesn't live here any more. Artık Belma burada oturmuyor. 2. daha fazla: Don't give me any more! Bana daha fazla verme!
Any Old Thing: ne olursa olsun, herhangi bir şey.
Anybody: i., zam. 1. kimse: Is anybody at home? Kimse var mı? I couldn't find anybody. Hiç kimseyi bulamadım. 2. herhangi bir kimse.
Anyhow: z. 1. her neyse, neyse. 2. ona rağmen, gene de, yine de: I did it anyhow. Ona rağmen yaptım.
Anyone: i., zam., bak. anybody.
Anyplace: z., bak. anywhere.
Anything: zam., i. 1. bir şey: Do you want anything? Bir şey istiyor musun? I don't want anything. Hiçbir şey istemem. 2. herhangi bir şey: Anything'll do. Herhangi bir şey olur.
Anyway: z. 1. zaten. 2. her neyse, neyse.
Anywhere: z. 1. bir yer: He never goes anywhere. Hiçbir yere gitmez. Do you need anywhere to stay? Kalacak bir yere ihtiyacın var mı? I couldn't find it anywhere. Bir yerde bulamadım. 2. herhangi bir yer: Sit anywhere. Nerede istersen otur.
Ap: kıs. Associated Press.
Ap: kıs. April, Apostle.
Apace: z. çabuk, hızla, süratle: The project is proceeding apace. Proje çabuk ilerliyor.
Apart: z. 1. ayrı, bir tarafa, bir yana, bir tarafta: He stood apart (from the others). Diğerlerinden ayrı duruyordu. 2. birbirinden ayrı: The two houses are three miles apart. İki ev birbirinden üç mil uzakta.
Apart From: 1. sayılmazsa, sarfınazar edilirse, bir yana: He's a good man, apart from his drinking. İçki içmesini saymazsak iyi bir adam. 2. -den başka, -den gayrı: I know nothing apart from that. Ondan başka bir şey bilmem.
Apartment: i. apartman dairesi.
Apartment House: apartman.
Apathetic: s. ilgisiz, kayıtsız, lakayt.
Apathy: i. ilgisizlik, kayıtsızlık, lakaytlık.
Ape: i. maymun. f. taklit etmek, öykünmek.
Aperture: i. delik, aralık, açıklık.
Apex: çoğ. --es (ey'peksız)/a.pi.ces (ey'pısiz) i. doruk, zirve.
Aphrodisiac: i., s. afrodizyak.
Apiece: z. parça başına, her biri, her birine: The books are ten dollars apiece. Kitaplar onar dolara satılıyor./Kitapların her biri on dolar.
Aplomb: i. kendine güvenme, özgüven, soğukkanlılık.
Apocryphal: s. 1. doğruluğu kabul edilmeyen. 2. sahte, uydurma, sonradan uydurulmuş.
Apogee: i. 1. doruk, zirve. 2. gökb. yeröte.
Apologetic: s. özür dileyen.
Apologetically: z. özür dileyerek.
Apologise: f., İng., bak. apologize.
Apologize: f. özür dilemek: I apologized to him for being late. Geciktiğim için ondan özür diledim.
Apology: i. özür dileme.
Apoplexy: i., tıb. apopleksi.
Apostasy: i. (dininden/prensiplerinden/inançlarından) dönme.
Apostate: i. (dininden/prensiplerinden/inançlarından) dönen kimse.
Apostatise: f., İng., bak. apostatize.
Apostatize: f. (dininden/prensiplerinden/inançlarından) dönmek.
Apostle: i. 1. Hz. İsa'nın on iki havarisinden biri. 2. bir hareketin lideri, önder.
Apostrophe: i. kesme işareti.
Apothecaries'/Troy Pound: (12 ounces) 373 gram.
Appal: f., İng., bak. appall.
Appall: f. dehşete düşürmek, şoke etmek.
Appalling: s. 1. korkunç, dehşet verici. 2. k. dili çok kötü, berbat.
Apparatus: i. 1. aygıt, cihaz. 2. (belli bir amaç için kullanılan) aygıtlar/makineler.
Apparel: i. giysiler, elbiseler.
Apparent: s. 1. açık, belli, aşikâr. 2. görünürdeki, göze çarpan.
Apparently: z. görünüşe göre, görünüşe bakılırsa.
Apparition: i. hayalet.
Appeal: i. 1. çağrı. 2. çekicilik, cazibe. 3. huk. temyiz: the right of appeal temyiz hakkı. 4. başvurma, müracaatta bulunma. f. 1. to -e çekici gelmek; (bir duyguya/eğilime) hitap etmek. 2. huk. (kararı) temyiz etmek, daha yüksek bir mahkemeye götürmek. 3. to -e çağrıda bulunmak. 4. to -e başvurmak.
Appealing: s. 1. çekici, cazip, albenili. 2. sevimli, sempatik. 3. yalvaran (bakış).
Appear: f. 1. gözükmek, görünmek. 2. belirmek, meydana çıkmak. 3. (gazete, dergi v.b.'nde) çıkmak. 4. in (oyunda/filmde) oynamak; on (televizyon/radyo programına) çıkmak. 5. hazır bulunmak.
Appear İn Concert: konser vermek.
Appear Out Of Thin Air: k. dili birdenbire ortaya çıkmak, birdenbire peyda olmak, peydahlanıvermek, peydahlayıvermek.
Appearance: i. 1. görünme, gözükme. 2. görünüş, görünüm, dış görünüş. 3. meydana çıkma.
Appease: f. 1. yatıştırmak. 2. (açlığı) bastırmak. 3. pol. taviz vermek, ödün vermek.
Appeasement: i. 1. yatıştırma. 2. (açlığı) bastırma. 3. pol. taviz verme, ödün verme.
Append: f. ilave etmek, eklemek; iliştirmek.
Appendage: i. eklenti; uzantı.
Appendectomy: i., tıb. apandis çıkarımı.
Appendicitis: i. apandisit.
Appendix: i. 1. ilave, ek. 2. anat. apandis.
Appertain: f. ait olmak, bağlı olmak.
Appetite: i. 1. iştah. 2. istek, arzu, şehvet.
Appetizer: i. meze; çerez.
Appetizing: s. iştah açıcı; lezzetli.
Applaud: f. alkışlamak.
Applause: i. alkış.
Apple: i. elma.
Apple Polisher: k. dili dalkavuk. be in apple-pie order k. dili (bir yer) çok düzenli olmak, (her şey) yerli yerinde olmak.
Applesauce: i. elma püresi.
Appliance: i. aygıt, cihaz.
Applicability: i. (to) (-e) uygulanabilme.
Applicable: s. (to) (-e) uygulanabilir.
Applicant: i. başvuran kimse, aday.
Application: i. 1. müracaat, başvurma, başvuru. 2. müracaat formu. 3. uygulama.
Application Form: müracaat formu.
Applied: s. uygulamalı, tatbiki.
Applied Linguistics: uygulamalı dilbilim.
Applied Sciences: uygulamalı bilimler.
Apply: f. 1. to/for -e başvurmak, -e müracaat etmek: Apply to the head physician's office. Baştabipliğe başvurun. 2. uygulamak, tatbik etmek: You can't apply that rule in this situation. Bu durumda o kuralı uygulayamazsın. 3. to -i içermek, -i kapsamak, -i ilgilendirmek: This doesn't apply to you. Bu seni içermiyor. 4. (merhem v.b.'ni) sürmek; (boya v.b.'ni) vurmak. 5. (bazı aletleri/aygıtları) kullanmak: Apply the brakes gently. Frene yavaşça bas.
Apply A Match To: -i kibritle tutuşturmak.
Apply An Embargo: ambargo koymak.
Apply O.s. To: kendini (bir işe) vermek; bütün dikkatini (bir işe) çevirmek.
Apply Sanctions: pol. yaptırımlarda bulunmak.
Appoint: f. 1. (to) (-e) atamak, tayin etmek. 2. (tarih, gün v.b.'ni) kararlaştırmak, tayin etmek, saptamak, tespit etmek.
Appointee: i. atanan kimse.
Appointment: i. 1. atama, tayin. 2. atanılan görev/makam. 3. randevu.
Apportion: f. bölüştürmek, paylaştırmak.
Apportionment: i. 1. bölüp dağıtma, bölüştürme. 2. pay.
Appraisal: i. değer biçme, kıymet takdir etme.
Appraise: f. değer biçmek, kıymet takdir etmek.
Appraiser: i. değer biçen kimse.
Appreciable: s. farkedilebilecek derecede; oldukça çok.
Appreciate: f. 1. takdir etmek, beğenmek. 2. takdir etmek, (bir şeyin değerini/önemini/gerekliliğini) anlamak. 3. (bir şeyin değeri) artmak.
Appreciation: i. 1. takdir, değerbilirlik, kadirşinaslık; şükran. 2. (bir şeyin değerini/önemini/gerekliliğini) anlama. 3. (bir şeyin değeri) artma.
Appreciative: s. değerbilir, kadirşinas, takdirkâr; minnettar.
Appreciatory: s. takdir eden.
Apprehend: f. 1. yakalamak; tutuklamak. 2. anlamak, kavramak.
Apprehension: i. 1. korku, endişe; kuruntu, evham. 2. yakalama; tutuklama. 3. anlayış, kavrayış.
Apprehensive: s. endişeli, evhamlı.
Apprentice: i. çırak; stajyer.
Apprenticeship: i. çıraklık; staj.
Apprise: f. haberdar etmek.
Approach: f. yaklaşmak, yanaşmak. i. 1. yaklaşma, yanaşma. 2. yaklaşım tarzı: We need to change our approach to this problem. Bu soruna yaklaşım tarzımızı değiştirmemiz gerek. 3. yol, giriş.
Approbation: i. beğenme, uygun bulma, tasvip.
Appropriate 1: f. 1. ayırmak, tahsis etmek. 2. kendine mal etmek.
Appropriate 2: s. uygun, yerinde.
Appropriately: z. uygun bir şekilde.
Appropriation: i. 1. ödenek, tahsisat. 2. ayırma, tahsis etme. 3. kendine mal etme.
Approval: i. onaylama, tasvip.
Approve: f. uygun bulmak, onaylamak, tasvip etmek.
Approximate 1: s. yaklaşık, takribi.
Approximate 2: f. 1. tahmin etmek, yaklaşık olarak değerlendirmek. 2. -e yakın olmak: The actual measurements of this room closely approximate (to) my estimates. Bu odanın gerçek ölçüleri tahminlerime çok yakın.
Approximately: z. aşağı yukarı, yaklaşık olarak.
Approximation: i. 1. tahmin. 2. -e yakın olma. 3. -e yakın bir şey.
Apricot: i. kayısı.
April: i. nisan.
April Fool: nisanbalığı, bir nisan şakası.
Apron: i. önlük (giysi).
Apropos: s. uygun, yerinde. edat ile ilgili, -e ait, hakkında.
Apt: s. 1. Muhtemel bir durumu belirtmek için kullanılır: He's apt to be late. Sık sık geç kalır. That pile of books is apt to fall. O kitap yığını devrilir. 2. akıllı ve çabuk kavrayan, zeki: an apt student akıllı ve çabuk kavrayan bir öğrenci.
Aptitude: i. yetenek, kabiliyet.
Aptitude Test: istidat testi.
Aptness: i. 1. uygunluk. 2. to -e eğilimli olma.
Aquamarine: i. mavimsi yeşil.
Aquarium: i. akvaryum.
Aquarius: i., astrol. Kova burcu.
Aquatic: s. suda yaşar, sucul: aquatic plants sucul bitkiler.
Aquatic Sports: su sporları.
Aqueduct: i. sukemeri.
Aquiline: s. 1. kartal gibi. 2. kartal gagası gibi kıvrık.
Aquiline Nose: gaga burun.
Arab: i. 1. Arap. 2. Arap atı.
Arabia: i. Arabistan.
Arabian: i. 1. Arap. 2. Arap atı. s. Arap.
Arabic: i. Arapça. s. 1. Arap. 2. Arapça.
Arabic Numerals: Arap rakamları.
Arable: s. sürülüp ekilebilir, işlenebilir (toprak).
Arbiter: i. hakem, arabulucu.
Arbitrary: s. keyfi, kanun yerine birinin kararına bağlı olan.
Arbitrate: f. 1. (iki taraf arasında) hakemlik yapmak, arabuluculuk yapmak. 2. (bir meseleyi) tarafsız birinin kararına bağlayarak halletmek.
Arbitration: i. arabulucu kararıyla halletme.
Arbitrator: i. hakem, arabulucu.
Arbor: i. çardak.
Arboretum: i. arboretum.
Arbour: i., İng., bak. arbor.
Arc: i. 1. kavis, yay. 2. elek. ark. 3. mat. yay, ark. f. kavis çizmek, yay çizmek.
Arc Lamp: ark lambası.
Arcade: i. 1. arkat, sırakemerler. 2. atari salonu.
Arch: kıs. archaic, archaism, architect, architecture.
Arch 1: i. 1. kemer, tak. 2. ayak kemeri. f. 1. over/above üzerinde kemer oluşturmak; üzerinde kemer gibi uzanmak. 2. (havada) kavis çizmek, yay çizmek; kavis çizdirmek, yay çizdirmek. 3. (hayvan) (sırtını) kabartmak.
Arch 2: s. şeytanca.
Arch One's Eyebrows: kaşlarını kaldırmak.
Archaeological: s. arkeolojik.
Archaeologist: i. arkeolog.
Archaeology: i. arkeoloji.
Archaic: s. arkaik.
Archaism: i. arkaizm.
Archangel: i., Hrist. başmelek.
Archbishop: i. başpiskopos.
Archbishopric: i. başpiskoposun makamı/idaresi altındaki bölge.
Archdeacon: i. başdiyakoz.
Archdeaconry: i. başdiyakozun makamı/idaresi altındaki bölge.
Archduchess: i. arşidüşes.
Archduke: i. arşidük.
Archenemy: i. 1. baş düşman. 2. şeytan.
Archeological: s., bak. archaeological.
Archeologist: i., bak. archaeologist.
Archeology: i., bak. archaeology.
Archer: i. okçu.
Archery: i. okçuluk.
Archetype: i. ilk örnek, arketip.
Archfiend: i. şeytan.
Archipelago: i. 1. takımada. 2. içinde çok ada olan deniz.
Architect: i. mimar.
Architectural: s. mimari, mimarlığa ait.
Architecture: i. mimarlık, mimari.
Archives: i. arşiv.
Archivist: i. arşivci.
Archway: i. 1. kemerli giriş/kapı. 2. kemerli geçit.
Arctic: s. Arktik. i.
Arctic: s. çok soğuk, buz gibi.
Ardent: s. gayretli, şevkli, ateşli.
Ardor: i. gayret, şevk, ateş.
Ardour: i., İng., bak. ardor.
Arduous: s. güç, çetin.
Are: f., bak. be.
Are You Serious?: Ciddi misin?
Area: i. 1. alan, saha; bölge, mıntıka; civar, yöre: We will use that meadow as a parking area. O çayırı park alanı olarak kullanacağız. There are a number of mountainous areas in Turkey. Türkiye'de birkaç dağlık bölge var. The area around İzmir is full of ancient ruins. İzmir'in civarı eski harabelerle dolu. 2. yüzölçümü, alan.
Aren`t: kıs. are not.
Arena: i. arena.
Argentina: i. Arjantin.
Argentine: i. Arjantinli. s. 1. Arjantin, Arjantin'e özgü. 2. Arjantinli.
Argentinean: i. Arjantinli. s. 1. Arjantin, Arjantin'e özgü. 2. Arjantinli.
Argentinian: i., s., bak. Argentinean.
Argue: f. 1. tartışmak, münakaşa etmek. 2. kavga etmek; çekişmek; atışmak. 3. that -i savunmak, -i iddia etmek. 4. -e belirti olmak, -e alamet olmak.
Argue Against: aleyhinde konuşmak; aleyhinde olmak.
Argue For: lehinde konuşmak; lehinde olmak.
Argue S.o. İnto S.t.: tartışarak birini bir şey yapmaya ikna etmek.
Argue S.o. Out Of S.t.: tartışarak birini bir şeyden vazgeçirmek.
Argument: i. 1. tartışma, münakaşa. 2. kavga, çekişme, atışma, ağız dalaşı. 3. sav, iddia.
Aria: i., müz. arya.
Arid: s. 1. kuru (iklim/hava). 2. kurak (toprak).
Aridity: i. 1. (iklim/hava için) kuruluk. 2. (toprakta) kuraklık.
Aries: i., astrol. Koç burcu.
Arise: f. (a.rose, --n) (from) (-den) meydana gelmek, çıkmak.
Arisen: f., bak. arise.
Aristocracy: i. aristokrasi.
Aristocrat: i. aristokrat, asilzade.
Aristocratic: s. aristokratik.
Arithmetic: i. aritmetik.
Ark: i. sandık, kutu.
Arm: i. 1. kol. 2. kol, dal, bölüm, kısım. f. silahlandırmak; silahlanmak.
Arm İn Arm: kol kola.
Arm Of The Law: güvenlik kuvvetleri.
Arm Of The Sea: körfez.
Arm's Length: kol boyu.
Arm's Reach: elin yetişeceği mesafe.
Armada: i. donanma.
Armament: i. 1. silahlar. 2. silahlanma; silahlandırma. 3. (bir ülkede toplam) askeri güç.
Armature: i., elek. armatür; endüvi; rotor, döneç.
Armchair: i. koltuk (mobilya).
Armed: s. silahlı.
Armed Forces: silahlı kuvvetler.
Armed Forces: silahlı kuvvetler.
Armenia: i. Ermenistan.
Armenian: i., s. 1. Ermeni. 2. Ermenice.
Armful: s. kucak dolusu: an armful of oranges kucak dolusu portakal.
Armhole: i., terz. kolevi.
Armistice: i. ateşkes.
Armor: i. zırh.
Armored: s. zırhlı.
Armpit: i. koltuk altı.
Arms: i. silahlar.
Arms Control: silahlanma kontrolü.
Arms Race: silahlanma yarışı.
Army: i. kara ordusu, ordu.
Army Of Occupation: işgal ordusu.
Aroma: i. (kuvvetli ve hoş) koku; aroma.
Aromatic: s. 1. kuvvetli ve hoş (koku); kuvvetli ve hoş kokusu olan; aromalı. 2. kim. aromatik. i., kim. aromatik bileşik.
Arose: f., bak. arise.
Around 1: z. 1. etrafına: He looked around. Etrafına baktı. 2. aşağı yukarı, yaklaşık; sularında: around 6 o'clock saat altı sularında.
Around 2: edat 1. etrafında: around the table masanın etrafında. 2. civarında, etrafında: somewhere around Naples Napoli civarında bir yerde. 3. orada burada: I roamed around the city. Şehri dolaştım.
Arouse: f. uyandırmak.
Arr: kıs. arranged, arrival, arrived.
Arraign: f. 1. huk. (sanığı) mahkemeye çağırmak. 2. suçlamak.
Arraignment: i. 1. huk. (sanığı) mahkemeye çağırma. 2. suçlama.
Arrange: f. 1. (eşyayı) (belirli bir şekilde) yerleştirmek: Elif's going to arrange the furniture in this room. Bu odanın mobilyalarını Elif yerleştirecek. 2. (toplantı) düzenlemek, tertiplemek, tertip etmek: Who arranged this farewell dinner? Bu veda yemeğini kim tertipledi? 3. (bir müzik parçasının) aranjmanını yapmak.
Arrange Flowers: çiçek aranjmanı yapmak.
Arrange For: ayarlamak: I'll arrange for a taxi. Bir taksi ayarlarım.
Arrangement: i. 1. düzenleme. 2. yerleştirme. 3. düzen, tertip. 4. anlaşma. 5. müz. aranjman. 6. (çiçek için) aranjman.
Array: i. 1. sıralanış, düzen. 2. giyiniş. f. 1. (askeri birlikleri) sıralamak. 2. giymek; giydirmek.
Arrears: i., çoğ. vaktinde ödenmemiş borçlar.
Arrest: i. tutuklama, tevkif. f. 1. tutuklamak, tevkif etmek. 2. durdurmak.
Arrest S.o.'s Attention: birinin dikkatini çekmek.
Arrival: i. varış; geliş. new arrival yeni gelen.
Arrive: f. varmak; gelmek: When will we arrive? Ne zaman varacağız? Has the mail arrived? Posta geldi mi?
Arrive At A Decision: karara varmak.
Arrogance: i. küstahça bir kibir.
Arrogant: s. küstah ve kibirli.
Arrogate: f. (haksız yere) benimsemek.
Arrow: i. ok.
Arrowhead: i. ok başı, temren.
Arse: i., kaba 1. kıç, makat. 2. büzük, anüs.
Arsenal: i. arsenal; cephanelik, mühimmat deposu; silahhane.
Arsenic: i. arsenik.
Arson: i. kundakçılık.
Arsonist: i. kundakçı.
Art: i. sanat.
Arterial: s., anat. atardamara ait.
Arteriosclerosis: i., tıb. arteriyoskleroz, damar sertliği.
Artery: i. 1. anat. atardamar, arter. 2. arter, anayol.
Artesian Well: artezyen kuyusu.
Artful: s. kurnaz.
Arthritis: i., tıb. artrit, mafsal iltihabı.
Artichoke: i. enginar.
Article: i. 1. makale, yazı. 2. huk. (bir anlaşmada bulunan) madde. 3. eşya: various articles of clothing çeşitli giyim eşyası. 4. dilb. tanımlık (a, an, the).
Articulate 1: s. 1. düşüncelerini açık bir şekilde ifade edebilen. 2. açık (ifade); net (telaffuz). 3. anat. eklemli; boğumlu, oynaklı.
Articulate 2: f. açık bir şekilde ifade/telaffuz etmek.
Articulated Lorry: İng. TIR kamyonu, TIR.
Articulation: i. 1. açık bir şekilde dile getirme. 2. net telaffuz. 3. dilb. boğumlanma. 4. anat. eklem; boğum, oynak.
Artifact: i. insan eliyle yapılan şey, özellikle ilk insanların meydana getirdiği sanat eseri.
Artifice: i. 1. hile, oyun. 2. beceri, hüner, ustalık.
Artificial: s. yapay, yapma, suni, sahte.
Artificial Fertilizer: suni/yapay gübre.
Artificial Flower: yapma çiçek.
Artificial İnsemination: suni/yapay dölleme.
Artificial Kidney: suni/yapay böbrek.
Artificial Light: yapay ışık.
Artificial Lighting: yapay aydınlatma.
Artificial Person: huk. tüzel kişi.
Artificial Respiration: suni solunum/teneffüs, yapay solunum.
Artificial Sweetener: yapay tatlandırıcı.
Artillery: i. 1. toplar, (top gibi) ağır silahlar. 2. topçu sınıfı.
Artilleryman: çoğ. ar.til.ler.y.men (artîl'ırimîn) i. topçu.
Artisan: i. zanaatçı.
Artist: i. sanatçı, sanatkâr.
Artistic: s. 1. sanatkârane, sanatlı. 2. sanatçı ruhuna sahip, sanatsal yönü olan: She is also artistic. Onun sanat yönü de var.
Artistry: i. sanatçılık.
Artless: s. 1. hilesiz, saf, açıksözlü. 2. sanatsız, kaba; beceriksizce yapılmış.
Artlessly: z. hilesiz bir şekilde, saflıkla.
Artlessness: i. hilesizlik, saflık.
Arty: s. sanatkârane.
As: bağ. 1. -irken; -dikçe: I nabbed him as he was going out the door. Kapıdan çıkarken yakaladım. He's taking life more seriously as he gets older. Yaşlandıkça hayatı daha bir ciddiye alıyor. 2. -diği için; -diğine göre: As he didn't bring the money, he didn't get the book. Parayı getirmediği için kitabı alamadı. As he didn't even reply to your invitation he's probably not going to come. Davetine bir cevap bile yollamadığına göre herhalde gelmeyecek. 3. Karşılaştırmalarda kullanılır: He's not as smart as she. Onun kadar akıllı değil. I want a box as big as this. Bu büyüklükte bir kutu istiyorum. It's as easy as pie. İşten bile değil. 4. -diği gibi: Do as she does. Onun yaptığı gibi yap. 5. gibi: Ersin's a bookbinder, as are his brothers. Ersin, kardeşleri gibi ciltçidir. z. -in kadar: He's as tall as you. Boyu senin kadar. It's not as cold as we expected it to be. Beklediğimiz kadar soğuk değil. I'm not so stupid as to do a thing like that. Öyle bir şey yapacak kadar aptal değilim. Selim's as lazy as he is intelligent. Selim, akıllı olduğu kadar tembel. edat olarak: I'm telling you this as a friend. Bunu sana arkadaş olarak söylüyorum.
As ... As All Get-Out: k. dili son derece, çok: He was driving as fast as all get-out. Arabayı son hızla sürüyordu. She is as smart as all get-out. Zehir gibi bir zekâsı var.
As ... As Ever: her zamanki gibi: as fast as ever her zamanki gibi hızlı.
As ... So ...: 1. -dikçe ...: As the time grew shorter so his excitement mounted. Zaman azaldıkça heyecanı arttı. 2. ne kadar ... o kadar ...: As she loves cats, so he loves birds. O ne kadar kedi severse o da aynı şekilde kuş sever. As she is beautiful so also is she intelligent. Güzel olduğu kadar akıllıdır da. 3. nasıl ... öyle ...; nitekim: As you think, so will you behave. Nasıl düşünürsen öyle davranırsın. Just as I refused to go yesterday, so I shall refuse to do so today. Dün gitmeyi reddettim, nitekim bugün de reddedeceğim.
As A General Rule: genellikle.
As A Matter Of Course: gayet tabii olarak.
As A Matter Of Course: doğal olarak.
As A Matter Of Fact: aslında.
As Affairs Stand: şimdiki halde.
As Black As Pitch: simsiyah, zift gibi.
As Bold As Brass: k. dili büyük bir küstahlıkla.
As Easy As Pie: çok kolay.
As Far As: kadarıyla, -e göre: as far as I can see gördüğüm kadarıyla. as far as I'm concerned bana göre.
As Far As He İs Concerned: ona kalırsa, ona sorarsan.
As Far As I Can See ....: Bana kalırsa ....
As Far As İn Me Lies: elimden geldiği kadar, tüm gücümle. take s.t. lying down bir şeyi alttan almak; bir şeyin altında kalmak.
As Far As İt Goes: aslında, esasen: What you propose is good, as far as it goes; but it overlooks some important details. Önerin aslında iyi, ama bazı önemli ayrıntıları içermiyor.
As Far As S.o. İs Concerned: -e göre: It's fine as far as I'm concerned. Bana göre iyi.
As Far As That Goes: k. dili 1. o zaman; o durumda, o halde. 2. ayrıca. 3. zaten, aslında.
As Fit As A Fiddle: turp gibi, sağlığı yerinde.
As For: ise: As for me, I'm not going. Bense gitmiyorum.
As For Me: bana gelince.
As For The Rest: geri kalanına gelince.
As From: -den itibaren, -den başlayarak: as from that date o tarihten itibaren. as from now bundan böyle.
As Good As: gibi (olmak): We've as good as finished. Bitirmiş gibiyiz. It's as good as new. Yeni gibi oldu.
As Good As Gold: 1. çok sağlam, çok güvenilir. 2. çok terbiyeli.
As İf: -miş gibi, -cesine, -e (benzemek): He looks as if he's asleep. Sanki uyuyormuş gibi duruyor. He was smiling as if he'd received some good news. İyi bir haber almışçasına gülümsüyordu. He looks as if he's working hard. Çok çalışıyora benziyor.
As İf: güya, sözde, sanki, gibi.
As İs: tic. şimdiki haliyle, olduğu gibi.
As İt Were: sanki, güya, âdeta.
As Like As Two Peas: tıpkı birbirine benzer, bir elmanın iki yarısı.
As Long As: 1. -diği sürece: You won't get so much as a penny from me as long as I live. Yaşadığım sürece benden bir kuruş bile alamayacaksın. 2. şartıyla: You can have it as long as you return it by this evening. Bu akşama kadar iade etmek şartıyla onu alabilirsin.
As Luck Would Have İt: şansıma.
As Meek As A Lamb: kuzu gibi, uysal.
As Much Again: bir misli daha.
As Much As One Can: elinden geldiği kadar, gücü yettiği kadar, yapabildiği kadar: I'll help as much as I can. Elimden geldiği kadar yardım edeceğim.
As Nearly As I Can Tell: yaklaşık olarak, bildiğim kadarıyla.
As One Man: hep birlikte.
As Plain As The Nose On Your Face: besbelli, apaçık.
As Quick As A Wink: k. dili bir lahzada, göz açıp kapayıncaya kadar; bir çırpıda.
As Regards: ile ilgili olarak, konusunda, hakkında, -e gelince.
As Regards/To: -e gelince: as to him ona gelince.
As Safe As Houses: İng., k. dili çok emniyetli.
As Soon As: -er -mez: I'll call you as soon as I reach Istanbul. İstanbul'a varır varmaz sana telefon edeceğim.
As Soon As Possible: en kısa zamanda; bir an önce.
As Such: 1. öyle/şöyle/böyle: He's a teacher and is known as such. O öğretmendir ve herkes onu öyle tanıyor. 2. aslında: It's not a medicine as such. Aslında ilaç değil.
As The Crow Flies: k. dili dosdoğru gidecek olursak.
As Though: sanki, ... gibi, -cesine: We behaved as though we'd known each other for years. Yıllardır tanışırmış gibi davrandık. It was as though he'd never seen me before. Sanki daha önce beni hiç görmemişti. It's as though we're in a jungle. Sanki cengeldeyiz.
As Usual: her zamanki gibi.
As Well: 1. de, da, dahi: I'm going as well. Ben de gidiyorum. 2. ayrıca.
As Well As: 1. ... kadar iyi: He writes well, but not as well as Eşref. İyi yazıyor, ama Eşref kadar iyi değil. 2. hem ... hem de ...: He gave me money as well as advice. Bana hem para verdi, hem de öğüt.
As Yet: şimdiye kadar, henüz.
As Yet: daha, henüz.
As You Please: nasıl isterseniz.
As/So Long As: 1. sürece, -dikçe. 2. -mek şartıyla, -mek koşuluyla.
Asbestos: i. 1. asbest. 2. amyant.
Ascend: f. 1. çıkmak, yukarı çıkmak. 2. (hükümdar) (tahta) çıkmak.
Ascendancy: i. hüküm, nüfuz, itibar, üstünlük.
Ascendant: s. 1. yükselen. 2. üstün, hâkim. 3. ufukta görünmeye başlayan. i.
Ascendent: s., i., bak. ascendant.
Ascension: i. yükselme.
Ascent: i. 1. çıkış; tırmanış. 2. yükseliş. 3. yokuş, bayır.
Ascertain: f. (araştırma yoluyla) tespit etmek, belirlemek, saptamak.
Ascetic: i. nefsinin isteklerini kırarak çok sade bir hayat yaşayan kimse; çileci.
Asceticism: i. nefsinin isteklerini kırarak çok sade bir hayat yaşama; riyazet; çilecilik.
Ascıı: kıs. American Standard Code for Information Interchange bilg. ASCII (Bilgi Alışverişi için Standart Amerikan Kodu).
Ascorbic: s.
Ascorbic Acid: askorbik asit.
Ascribe: f. to -e atfetmek.
Aseptic: s. aseptik.
Ash 1: i. 1. bot. dişbudak ağacı, dişbudak. 2. dişbudak kerestesi, dişbudak.
Ash 2: i. kül.
Ash Can: kül tenekesi; çöp tenekesi.
Ash Wednesday: Paskalya'dan önce gelen büyük perhiz süresinin ilk çarşambası.
Ashamed: s.
Ashen: s. 1. külrengi. 2. çok soluk, çok solgun.
Ashore: z. kıyıya, kıyıda; karaya, karada.
Ashtray: i. kül tablası, küllük.
Asia: i. Asya.
Asia Minor: Anadolu.
Asian: i. Asyalı. s. 1. Asyalı. 2. Asya, Asya'ya özgü.
Asiatic: s., i., bak. Asian.
Aside: z. 1. bir yana, bir kenara. 2. bir yana: Joking aside, just who are you? Şaka bir yana, kimsin sen? i., tiy. oyuncunun alçak sesle söylediği söz, apar.
Aside From: -den başka, bir yana: No one, aside from Esat, can do this. Esat bir yana, kimse bunu yapamaz.
Ask: f. 1. sormak. 2. istemek: He asked to be excused from the table. Sofradan ayrılmak için izin istedi. She's asking a lot for this poodle. Bu kaniş için çok para istiyor. 3. davet etmek: I asked her for dinner. Onu akşam yemeğine davet ettim.
Ask A Favor Of: -e ricada bulunmak.
Ask For İt: k. dili kaşınmak, kötü bir karşılık gerektiren bir davranışta bulunmak.
Ask For Trouble: k. dili bela aramak, belayı satın almak.
Ask/Say The Blessing: yemek duası yapmak.
Askance: z.
Askew: z. eğri, çarpık.
Asleep: s. 1. uykuda: The guards were asleep. Bekçiler uykudaydı. 2. uyuşmuş.
Asparagus: i., bot. kuşkonmaz, Asparagus officinalis.
Asparagus Spear: kuşkonmaz filizi.
Aspect: i. 1. açı, yön, bakım: Let's consider this aspect of the problem. Meselenin bu yönünü düşünelim. 2. görünüş.
Asphalt: i. asfalt. f. asfaltlamak.
Asphyxiate: f. boğmak, oksijensiz bırakmak.
Aspirant: i., s. istekli.
Aspiration: i. (uzun zamandır güdülen) büyük amaç: It was his aspiration to become famous. Amacı ünlü olmaktı.
Aspire: f. to/after -i amaçlamak, -i amaç edinmek; -e sahip olmak istemek, -i arzu etmek.
Aspirin: i. aspirin.
Ass: i. 1. eşek, merkep. 2. dangalak. 3. kaba kıç, makat. 4. kaba büzük, anüs.
Assail: f. 1. saldırmak, hücum etmek. 2. with ... yağmuruna tutmak: She assailed him with questions. Onu soru yağmuruna tuttu.
Assailant: i. saldırgan, saldıran kimse.
Assassin: i. suikastçı.
Assassinate: f. suikast yapmak.
Assassination: i. suikast.
Assault: i. saldırı. f. saldırmak.
Assault And Battery: huk. müessir fiil.
Assay 1: i. 1. analiz edilecek bir örnek. 2. analiz, çözümleme, tahlil.
Assay 2: f. 1. analiz etmek, çözümlemek, tahlil etmek. 2. denemek.
Assemblage: i. 1. toplantı, meclis. 2. topluluk, kalabalık. 3. montaj. 4. bir araya toplama; bir araya toplanma.
Assemble: f. 1. toplamak; toplanmak. 2. monte etmek.
Assembly: i. 1. toplantı; meclis; kongre. 2. montaj.
Assembly Line: montaj hattı.
Assembly Room: toplantı salonu.
Assent: i. rıza; onaylama. f. to -e razı olmak; -i onaylamak.
Assert: f. (emin bir şekilde) ileri sürmek, öne sürmek.
Assert O.s.: 1. kendini göstermek. 2. otoritesini kabul ettirmek.
Assertion: i. 1. iddia. 2. (bir iddiayı) öne sürme.
Assertive: s. kendini hissettiren.
Assess: f. 1. değer biçmek, kıymet takdir etmek: He assessed their house at eighty thousand dollars. Evlerine seksen bin dolar değer biçti. 2. (para miktarını) tayin etmek, hesaplamak: Have you assessed the amount of the damage? Zararın ne kadar olduğunu tayin ettiniz mi? 3. (belirli bir miktar para) talep etmek: The president assessed each member fifty dollars. Başkan her üyeden elli dolar talep etti. 4. değerlendirmek, bir şeyin niteliğini tayin etmek.
Assessment: i. 1. değer biçme. 2. (para miktarını) tayin etme. 3. değerlendirme; düşünce, fikir: What's your assessment of the situation? Durum hakkındaki fikriniz nedir?
Assessor: i. değer biçen: tax assessor tahakkuk memuru.
Asset: i. 1. mal, kıymetli şey. 2. değerli bir nitelik/erdem/beceri.
Assets: i., tic. emval, servet, mevduat, aktif, varlık.
Asshole: i., kaba 1. büzük, anüs. 2. aşağılık herif, it herif, puşt.
Assiduous: s. bezmeyerek çalışan, dikkatli ve devamlı çalışan; dikkatli ve devamlı (bir çalışma).
Assign: f. 1. atamak, tayin etmek. 2. ayırmak, tahsis etmek. 3. tayin etmek, kararlaştırmak. 4. (birine) (belirli bir) görev vermek: I assigned you to do the laundry. Sana çamaşır yıkama görevini verdim. 5. huk. devretmek.
Assignation: i. randevu.
Assignment: i. 1. atama. 2. ayırma. 3. tayin, kararlaştırma. 4. görev; ödev.
Assimilate: f. asimile etmek.
Assimilation: i. asimilasyon.
Assist: f. yardım etmek.
Assistance: i. yardım.
Assistant: i. yardımcı, muavin.
Assistant Professor: asistan.
Associate 1: f. with 1. ile görüşmek, ile ilişkide bulunmak. 2. -i hatırlatmak, -i akla getirmek: I associate that smell with the back streets of Warsaw. O koku bana Varşova'nın arka sokaklarını hatırlatıyor.
Associate 2: i. iş arkadaşı; iş ortağı.
Associate Professor: doçent.
Association: i. 1. dernek; birlik; kurum. 2. ilişki. 3. çağrışım.
Assort: f. sınıflandırmak.
Assorted: s. çeşitli, muhtelif.
Assortment: i. türlü çeşitleri içeren bir bütün.
Assuage: f. azaltmak, hafifletmek, yatıştırmak; dindirmek.
Assume: f. 1. farzetmek, varsaymak: You're assuming too much where Eralp's concerned. Eralp'in öyle yapacağını farzetmekle pekâlâ yanılmış olabilirsin. What do we do, assuming it doesn't burn? Yanmayacağını farzedersek ne yaparız? 2. sanmak, zannetmek. 3. (resmi bir görevi) üstlenmek.
Assumed: s. 1. farzolunan; hayali. 2. takma (ad).
Assumption: i. 1. varsayım, faraziye. 2. sanı, zan.
Assurance: i. 1. rahatlatıcı/ikna edici söz. 2. kendine güven(me). 3. İng. sigorta: life assurance hayat sigortası.
Assure: f. 1. (rahatlatıcı/ikna edici sözlerle) temin etmek. 2. sağlama bağlamak.
Assured: s. 1. kendine güvenen. 2. sağlama bağlanmış.
Assuredly: z. mutlaka.
Assuringly: z. rahatlatıcı bir şekilde.
Asterisk: i. yıldız işareti (*).
Astern: z., den. geriye, gerisinde, arkaya, geminin kıçına.
Asteroid: i., gökb. asteroit, küçük gezegen.
Asthma: i. astım.
Asthmatic: s. astımla ilgili; astımlı.
Astigmatic: s. astigmatik.
Astigmatism: i. astigmatizm.
Astir: s. 1. hareket halinde. 2. heyecan içinde, ayakta.
Astonish: f. şaşkına çevirmek, hayrette bırakmak.
Astonishing: s. hayrette bırakan.
Astonishment: i. hayret, şaşkınlık.
Astound: f. şoke etmek.
Astounding: s. şoke eden.
Astray: z.
Astride: z. (ata binmiş gibi) bacakları birbirinden ayrı olarak.
Astringent: s. sıkıştırıcı, büzücü. i. lokal olarak doku ve damarları büzen ilaç.
Astrologer: i. yıldız falcısı, astrolog, müneccim.
Astrological: s. astrolojik, astrolojiye ait.
Astrologically: z. astrolojik olarak.
Astrology: i. yıldız falcılığı, astroloji, müneccimlik.
Astronaut: i. astronot.
Astronomer: i. astronom, gökbilimci.
Astronomic: s., bak. astronomical.
Astronomical: s. 1. astronomik, gökbilimle ilgili. 2. çok büyük, astronomik (rakam/büyüklük): astronomical prices astronomik fiyatlar.
Astronomy: i. astronomi, gökbilim.
Astute: s. akıllı, kurnaz, cin fikirli, cin.
Asunder: z. 1. parça parça. 2. birbirinden uzak/ayrı.
Asylum: i. 1. sığınma yeri, sığınak, melce. 2. tımarhane, akıl hastanesi.
Asymmetric: s. asimetrik, bakışımsız.
Asymmetry: i. asimetri, bakışımsızlık.
At: edat 1. Bir yeri belirtmek için kullanılır: at my office benim büroda. at the station istasyonda. 2. Bir zamanı belirtmek için kullanılır: at five o'clock saat beşte. He works at night. Geceleri çalışır. 3. Bir hareketin hedefini gösterir: Look at her. Ona bak. He laughed at them. Onlara güldü. 4. Bir iş veya hareketten bahsederken kullanılır: He's good at English. İngilizcede iyidir. 5. Bir miktarı göstermek için kullanılır: Oranges are selling at a dollar a kilo. Portakalın kilosu bir dolar.
At A Bound: bir hamlede.
At A Clip: hızla.
At A Distance: uzakta, uzak bir yerde.
At A Glance: bir bakışta.
At A Stroke: bir hamlede.
At A Stroke: bir anda.
At All: hiç.
At All Costs/At Any Cost: ne pahasına olursa olsun.
At Anchor: demirli, demir atmış.
At Any Price: her ne pahasına olursa olsun.
At Any Rate: her ne ise, her neyse, neyse, her ne hal ise: At any rate, we enjoyed your party immensely. Her neyse, sizin parti çok hoşumuza gitti. Most of the food we ordered hasn't come. At any rate, we've got the fish. Ismarladığımız yemeklerin çoğu gelmedi. Her neyse, balıklarımız geldi. At any rate, the important thing is that she's succeeded. Her neyse, önemli olan onun bunu başarmış olması.
At Any Time: her an: She could come at any time. Her an gelebilir.
At Best: nihayet, olsa olsa.
At Best: olsa olsa, taş çatlasa.
At Bottom: aslında, esasında.
At Close Quarters: çok yakından, göğüs göğüse.
At Close Quarters: çok yakından.
At Close Range: yakından, yakın mesafeden.
At Cross-Purposes: farkında olmadan apayrı amaçlar peşinde (olmak/çalışmak).
At Dark: akşam olunca, hava kararırken.
At Death's Door: ölümün eşiğinde, bir ayağı çukurda.
At Death's Door: ölmek üzere, bir ayağı çukurda.
At Ease!: ask. Rahat!
At Every Turn: her keresinde, her defasında.
At First: önce, evvela.
At First Sight: ilk bakışta.
At Four O'clock Sharp: saat tam dörtte.
At Full Blast: tam gazla; tam kapasiteyle.
At Full Gallop: dörtnala.
At Full Length: 1. ayrıntılarıyla. 2. boylu boyunca.
At Full Speed: son süratle, son sürat.
At Full Tilt: son süratle.
At Great Length: ayrıntılarıyla, detaylarıyla.
At Heart: aslında, hakikatte.
At Home: evde, kendi evinde.
At Home İn: 1. (bir konuda) bilgili: He's at home in the business world. İş dünyasını yakından tanır. 2. (bir yerde) kendini rahat hisseden.
At Home With: -e aşina, -i iyi bilen: He's at home with machines of all kinds. Her tür makineden anlar.
At İntervals: aralıklı, aralarla.
At İssue: üzerinde konuşulan, söz konusu olan.
At İts Zenith: doruğunda, zirvesinde.
At Large: serbest.
At Large: 1. serbest, ortada dolaşan. 2. genellikle. 3. bütün ayrıntılarıyla.
At Last: nihayet.
At Last: sonunda.
At Least: en az, en aşağı; hiç olmazsa, en azından.
At Least: 1. hiç olmazsa, bari. 2. en azından.
At Leisure: 1. boş zamanı olan. 2. boş zamanlarda.
At Length: 1. uzun uzadıya. 2. en sonunda.
At Liberty: özgür.
At Long Last: en sonunda.
At Long Last: en sonunda.
At Most: en çok.
At Most: olsa olsa, en fazla.
At No Time: hiçbir zaman.
At Odd Moments: zaman buldukça.
At Once: derhal, hemen.
At Once: 1. hemen, derhal. 2. aynı anda.
At One Blow: bir vuruşta.
At One Scoop: bir vuruşta, bir darbede.
At One Whack: İng., k. dili bir defada, bir kalemde, birden.
At One's Command: emrinde.
At One's Leisure: boş zamanlarında.
At One's Peril: başına gelebileceklerden kendisi sorumlu olarak.
At One's Pleasure: 1. istediği zaman. 2. isteğine göre.
At Par: tic. başabaş.
At Peace: 1. barış halinde. 2. huzur içinde.
At Present: 1. şu an. 2. şu ara, halihazırda.
At Random: rasgele, tesadüfen.
At That: onun üzerine: Once again she refused, and at that he left. Bir daha reddetti; o da onun üzerine çıktı.
At That Point: 1. o sırada: At that point I left. O sırada çıktım. 2. o noktaya gelince, o aşamaya gelince: At that point add the eggs. O aşamaya gelince yumurtaları ilave edin.
At The Drop Of A Hat: k. dili hemen, derhal.
At The Eleventh Hour: k. dili son anda, son dakikada.
At The End Of The Day: İng., k. dili eninde sonunda.
At The Expense Of: ... pahasına.
At The İnstance Of: (birinin) isteği üzerine.
At The Latest: en geç.
At The Moment: şu an, şimdilik.
At The Outside: k. dili en fazla, olsa olsa, azami.
At The Rate Of: hızla: at the rate of one hundred meters per second saniyede yüz metre hızla.
At The Risk Of: ... pahasına.
At The Same Time: aynı zamanda.
At The Sight Of: -i görünce, -i görür görmez.
At The Top Of His Lungs: avazı çıktığı kadar.
At The Top Of One's Lungs/Voice: k. dili avazı çıktığı kadar.
At The Utmost: en çok, olsa olsa.
At The Very Least: en aşağı, en az.
At This Juncture: bu noktada.
At Times: bazen, arasıra.
At Value: piyasa fiyatına göre değerlendirilmiş.
At Will: 1. istediği gibi; istenilen şekilde: The aerial can be rotated at will. Anten istenilen yöne çevrilebilir. 2. istediğinde; istenilen zamanda.
At Worst: en kötü ihtimalde.
At Worst: en kötü ihtimal: At worst, all he'll get is a year in jail. En kötü ihtimal, bir yıl hapis yer.
At Your Convenience: size uygun bir zamanda, mümkün olduğu kadar yakın bir zamanda.
At Your Risk: ziyan olduğu takdirde sizin hesabınıza, tehlike sorumluluğu size ait olmak üzere.
At/İn One Fell Swoop: bir çırpıda.
Ate: f., bak. eat.
Atheism: i. ateizm, Tanrıtanımazlık, zındıklık.
Atheist: i. ateist, Tanrıtanımaz, zındık.
Atheistic: s. ateistik, ateist, Tanrıtanımaz; zındık (kimse).
Athlete: i. sporcu.
Athlete's Foot: madura ayağı.
Athletic: s. 1. spora özgü, sportif, spor. 2. atletik, sporcu.
Athletics: i. atletizm.
Atlantic: s. Atlantik.
Atlas: i. atlas (harita kitabı).
Atmosphere: i. atmosfer.
Atmospheric: s. atmosferik.
Atom: i. 1. atom. 2. zerre.
Atom Bomb: atom bombası.
Atomic: s. atomik.
Atomic Age: atom çağı.
Atomic Bomb: atom bombası.
Atomic Energy: nükleer enerji, atom enerjisi.
Atomic Nucleus: atom çekirdeği.
Atomic Number: atom sayısı.
Atomic Pile: nükleer reaktör, atom reaktörü.
Atomic Power: atomik güç, nükleer enerji.
Atomic Waste: nükleer atıklar.
Atomic Weight: atom ağırlığı, atomik ağırlık.
Atomise: f., İng., bak. atomize.
Atomize: f. 1. atomlara ayırmak. 2. (sıvıyı) püskürtmek.
Atomizer: i. atomizör; püskürteç.
Atone: f. (bir suç, kabahat v.b.'ni) affettirecek harekette bulunmak, telafi etmek; kefaret etmek.
Atonement: i. kefaret.
Atrocious: s. 1. iğrenç, menfur; canavarca. 2. çok kötü, berbat.
Atrocity: i. 1. iğrençlik, canavarlık. 2. berbatlık.
Atrophy: i. dumur, körelme. f. dumura uğramak, körelmek; dumura uğratmak, köreltmek.
Attaboy: ünlem, k. dili Aferin sana!
Attach: f. 1. takmak, iliştirmek, bağlamak. 2. huk. el koymak, haczetmek.
Attaché: i. ataşe.
Attaché Case: Bond çanta.
Attached: s. 1. bağlı, ilgili. 2. ilişik, ilişikteki. 3. sevgiyle bağlı.
Attachment: i. 1. aksesuar, bir şeye takılabilen parça. 2. sevgi bağı. 3. huk. el koyma, haciz koyma.
Attachment For/To: -e bağlılık, -e sevgi.
Attack: f. hücum etmek, saldırmak; vurmak, tecavüz etmek. i. 1. saldırı, hücum. 2. nöbet, kriz.
Attain: f. 1. elde etmek, kazanmak. 2. varmak; ermek, erişmek.
Attainment: i. 1. elde etme, kazanma. 2. başarı. 3. marifet.
Attempt: f. denemek, girişimde bulunmak, teşebbüs etmek; çalışmak; kalkışmak: He attempted to climb that mountain. O dağa tırmanmayı denedi. You should attempt to finish that project by Friday. O işi Cuma gününe kadar bitirmeye çalışmalısın. You should not attempt to lift things which are too heavy for you. Gücünün yetmediği kadar ağır şeyleri kaldırmaya kalkışmamalısın. i. deneme, girişim, teşebbüs.
Attend: f. 1. hazır bulunmak. 2. bakmak; tedavi etmek; hizmet etmek.
Attend To: -e dikkat etmek, -e bakmak.
Attendance: i. 1. hazır bulunma. 2. hazır bulunanlar.
Attendant: i. (bir hizmette bulunan) görevli: shop attendant tezgâhtar. theater attendant biletleri kontrol eden veya yer gösteren görevli. flight attendant uçuş görevlisi. ground attendant yer görevlisi.
Attention: i. 1. dikkat. 2. ilgi, bakım. 3. iltifat. 4. ask. esas duruş/vaziyet.
Attention Span: dikkat genişliği.
Attentive: s. 1. dikkatle izleyen: an attentive audience dikkatle izleyen seyirciler. 2. dikkat eden, dikkatli: an attentive worker dikkatli bir işçi.
Attenuate: f. 1. inceltmek; hafifletmek, azaltmak; zayıflatmak. 2. değerini düşürmek.
Attest: f. 1. doğrulamak, tasdik etmek. 2. (bir belgeyi imzalayarak bir şeyin doğruluğuna/gerçekliğine) şahadet etmek. 3. to -i göstermek, -e delalet etmek.
Attic: i. tavanarası.
Attire: i. elbise, giysi, kılık. f. giydirmek.
Attitude: i. tutum, davranış, tavır.
Attorney: i. avukat.
Attorney General: başsavcı.
Attract: f. çekmek; cezbetmek.
Attraction: i. 1. cazibe, alımlılık. 2. fiz. çekim.
Attractive: s. cazibeli, çekici, alımlı.
Attractiveness: i. çekicilik, alımlılık.
Attribute 1: f. to 1. (bir nedene) bağlamak; -e yormak. 2. -e mal etmek, -e atfetmek.
Attribute 2: i. sıfat, nitelik, vasıf.
Attribution: i. 1. bağlama; yorma. 2. atıf.
Attrition: i. 1. yıpranma, aşınma; yıpratma, aşındırma. 2. zayiat.
Attune: f. 1. akort etmek. 2. to -e uydurmak, -e alıştırmak.
Aubergine: i., İng. patlıcan.
Auburn: s. kumral.
Auction: i. açık artırma, mezat, müzayede. f. (off) açık artırma ile satmak.
Auctioneer: i. mezatçı.
Audacious: s. 1. cüretli. 2. küstah.
Audacity: i. 1. cüret. 2. küstahlık.
Audible: s. işitilebilir, duyulabilir.
Audibly: z. işitilebilecek şekilde.
Audience: i. dinleyiciler; seyirciler, izleyiciler.
Audiocassette: i. teyp kaseti.
Audiovisual: s. görsel-işitsel, odyovizüel.
Audit: i. (hesapları) denetleme. f. (hesapları) denetlemek.
Auditor: i. denetçi, kontrolör.
Auditorium: i. toplantı salonu; konser salonu.
Auditory: s. işitme ile ilgili, işitsel.
Auditory Canal: anat. işitme kanalı.
Aug: kıs. August.
Auger: i. burgu, matkap, delgi.
Aught 1: i.
Aught 2: i. sıfır.
Augment: f. artırmak.
Augmentation: i. artırma.
Augur: f. (iyi/kötü) bir işaret olmak: This augurs well for us. Bu bize iyi bir işaret.
August: i. ağustos.
August: s. yüce ve çok saygın.
Aunt: i. 1. teyze: She is my maternal aunt. O benim teyzem. 2. hala: She is my paternal aunt. O benim halam. 3. yenge: Aunt Aliye is my uncle's wife. Aliye yenge amcamın/dayımın eşi.
Auspices: i., çoğ.
Auspicious: s. uğurlu, hayırlı.
Austere: s. 1. sert. 2. sade ve süssüz; konforsuz.
Austerity: i. 1. sertlik, haşinlik. 2. sade, konforsuz ve dünyevi zevklerden yoksun bir yaşam.
Australia: i. Avustralya.
Australian: i. Avustralyalı. s. 1. Avustralya, Avustralya'ya özgü. 2. Avustralyalı.
Austria: i. Avusturya.
Austrian: i. Avusturyalı. s. 1. Avusturya, Avusturya'ya özgü. 2. Avusturyalı.
Authentic: s. 1. hakiki, gerçek, otantik. 2. güvenilir: How authentic is this news? Ne derece güvenilir bir haber bu?
Authenticate: f. doğrulamak, tasdik etmek; gerçeklemek.
Authenticity: i. 1. gerçeklik, otantiklik. 2. güvenirlik.
Author: i. yazar, müellif.
Authorisation: i., İng., bak. authorization.
Authorise: f., İng., bak. authorize.
Authoritarian: s. otoriter.
Authoritative: s. 1. çok güvenilir (şey). 2. amirane. 3. saygı uyandıran; itaat etmeye yönelten. 4. otoriter.
Authority: i. 1. yetki. 2. yetke, otorite. the authorities yetkili kişiler.
Authorization: i. izin.
Authorize: f. 1. izin vermek. 2. yetkilendirmek.
Autistic: s. otistik.
Auto: i., k. dili oto, otomobil.
Autobiographer: i. otobiyografi yazarı.
Autobiographic: s., bak. autobiographical.
Autobiographical: s. otobiyografik.
Autobiography: i. otobiyografi, özyaşamöyküsü.
Autocracy: i. otokrasi.
Autocrat: i. otokrat.
Autocratic: s. otokratik.
Autograph: i. imza; bir kimsenin el yazısı.
Automat: i. 1. otomatlardan yemek alınan kafeterya. 2. otomat, parayla çalışan yiyecek içecek dağıtma makinesi. 3. otomat, bir canlının yapabileceği bazı işleri yapan aygıt.
Automate: f. otomatikleştirmek.
Automatic: s. otomatik. i. otomatik tabanca/tüfek, otomatik.
Automatic Pilot: hav. otomatik pilot.
Automatic Transmission: otomatik vites, otomatik transmisyon.
Automatically: z. otomatik olarak, otomatikman.
Automation: i. otomasyon.
Automobile: i. otomobil.
Automotive: s. otomotiv.
Automotive İndustry: otomotiv sanayii.
Autonomous: s. özerk, otonom.
Autonomy: i. özerklik, otonomi.
Autopsy: i. otopsi.
Autumn: i. sonbahar, güz.
Autumnal: s. sonbahara ait.
Autumnal Equinox: sonbahar noktası, güz ılımı (21 Eylül'e rastlayan ekinoks).
Auxiliary: s., i. yedek; yardımcı.
Auxiliary Verb: dilb. yardımcı fiil.
Auxiliary Verb: yardımcı fiil.
Avail: i. yarar, fayda. f. yaramak.
Avail O.s. Of: -den yararlanmak, -den faydalanmak.
Availability: i. var olma, elde edilebilme.
Available: s. var, elde edilebilir.
Avalanche: i. 1. çığ. 2. heyelan.
Avarice: i. para hırsı.
Avaricious: s. para canlısı.
Avenge: f. öcünü almak, öcünü çıkarmak.
Avenue: i. cadde.
Aver: f. (--red, --ring) (emin bir şekilde) ileri sürmek, öne sürmek.
Average: i., mat. ortalama, vasati. s. 1. mat. ortalama, vasati: average annual rainfall yıllık ortalama yağış. 2. olağan, vasat, orta. f. 1. mat. -in ortalamasını almak. 2. ortalama (belirli bir miktar) tüketmek, yapmak v.b.: He averages a pack of cigarettes a day. Günde ortalama bir paket sigara içiyor. 3. out at -in ortalaması (belirli bir miktar) olmak.
Averse: s.
Aversion: i. hiç hoşlanmama.
Avert: f. 1. başka tarafa çevirmek, yön değiştirmek. 2. önlemek.
Aviary: i. kuşhane.
Aviate: f. uçak kullanmak.
Aviation: i. havacılık.
Aviator: i. pilot, havacı.
Avid: s. coşkun; hevesli.
Avocado: i., bot. avokado, amerikaarmudu.
Avocation: i. birinin asıl işi dışında yaptığı bir iş, hobi.
Avoid: f. 1. -den kurtulmak; -i önlemek. 2. -den kaçınmak; -den çekinmek. 3. -den sakınmak.
Avoidable: s. 1. önlenebilir. 2. kaçınılabilir.
Avoidance: i. of 1. -den kurtulma; -i önleme. 2. -den kaçınma; -den çekinme. 3. -den sakınma.
Avoirdupois: i. İngiliz ve Amerikan ağırlık ölçü sistemi.
Avoirdupois Pound: (16 ounces) 453 gram.
Avow: f. açıkça söylemek, itiraf etmek.
Avowal: i. açıkça söyleme; itiraf.
Avowed: s. -i açıkça ilan edilmiş olan (biri): He's an avowed monarchist. Monarşist olduğunu her zaman söyler.
Await: f. beklemek, gözlemek, hazır olmak.
Await S.o./S.t. With Anticipation: birini/bir şeyi dört gözle beklemek.
Awake 1: s. uyanık, uyanmış.
Awake 2: f. (a.woke, --d/a.wok.en) 1. uyanmak; uyandırmak. 2. to -in farkına varmak.
Awaken: f. 1. uyanmak; uyandırmak. 2. to -in farkına varmak.
Award: i. ödül, mükâfat. f. 1. ödüllendirmek. 2. (resmi bir kararla) vermek.
Aware: s. farkında; haberdar.
Awareness: i. farkında olma.
Awash: s.
Away: z. 1. buradan, şuradan, oradan: Go away! Git buradan! 2. bir yere, bir tarafa, bir yana: Put that away! Onu bir yere kaldır! 3. Pekiştirmek için kullanılır: They're working away! Harıl harıl çalışıyorlar. 4. hemen, şimdi: Fire away! Ateş! s. 1. yok, başka yerde: They're away right now. Onlar şimdi yok. He's away for the weekend. Hafta sonu için bir yere gitti. 2. yola çıkmış: We're away at last! Nihayet yola çıktık. 3. (belirli bir) uzaklıkta: That's twenty kilometers away. Orası yirmi kilometre uzakta.
Away Game: deplasman, deplasman maçı.
Awe: i. 1. korkuyla karışık saygı, huşu. 2. korkuyla karışık şaşkınlık, dehşet. f. 1. -i huşu içinde bırakmak. 2. -i dehşete düşürmek.
Awe-İnspiring: s. 1. insanı huşu içinde bırakan. 2. dehşet verici.
Awesome: s. 1. insanı huşu içinde bırakan. 2. dehşet verici. 3. k. dili müthiş, dehşet.
Awestricken: s., bak. awestruck.
Awestruck: s. 1. huşu içinde. 2. dehşet içinde.
Awful: s. 1. korkunç, müthiş; berbat. 2. k. dili çok fazla, pek çok: That'll take an awful lot of work. O çok iş ister.
Awfully: z. çok.
Awhile: z. bir süre, bir müddet: You'll have to wait awhile. Bir süre beklemen lazım.
Awkward: s. 1. beceriksiz; hantal; sakar. 2. kullanılması zor. 3. zor; uygunsuz, münasebetsiz.
Awkwardly: z. beceriksizce; hantal bir şekilde.
Awkwardness: i. beceriksizlik; hantallık; sakarlık.
Awl: i. biz, kunduracı bizi, tığ.
Awning: i. tente.
Awry: s., z. eğri, yamuk; çarpık.
Ax: i. balta.
Axe: i., bak. ax.
Axiom: i. aksiyom, belit.
Axiomatic: s. aksiyomatik, belitsel.
Axis: çoğ. ax.es (äk'siz) i. eksen, mihver.
Axle: i. dingil, mil, aks.
Ay: z., bak. aye.
Aye: z. evet, muhakkak, hay hay.
Azalea: i., bot. açalya, açelya, azelya, Rhododendron.
Azerbaijan: i. Azerbaycan.
Azerbaijani: i., s. 1. Azeri. 2. Azerice.
Azure: i., s. gökmavisi.